Güneş usul usul kızarmaya başlarken doğuda birbiriyle kavga eden, uğultuyla bağrışan bir karanlık başladı. Güneş alçalıp koyulaştıkça bulutların rengi koyu maviden laciverde geçiyor hatta doğuda uzanan alçak dağların ardında siyah çizgiler oluşmaya başlıyordu. Gökyüzü azgın bir denizin yansıması gibi çalkalanıyor ve tüm bu kargaşadan batıya kaçan görünmez varlıklar serin bir rüzgarı da beraberinde taşıyordu. Yaşlı ve görmüş geçirmiş ağaçlar kaçmayı diler gibi çatırdamaya, gerilmeye ve dallarını ovuşturmaya başlamış; körpe ve genç olanlar ise şaşkın şaşkın bir o yana bir bu tarafa sallanmaya koyulmuştu.


Gökyüzü artık koyu lacivert bulutlarla örtüldü ve var olan son ışık hüzmeleri de kaçacak yer arar gibi sağa sola çelimsizce parıldıyordu. Güneş büyüdü büyüdü, kızardı ve mora yakın bir renkle ardında bıraktığı gecenin hüznüyle yok oldu. Artık sadece yaşlı olanlar değil; daha yazın başında filizlenmiş kayası fidanından, sadece kendisinin haberdar olduğu antik bir mezarlığın üzerinde yıllardır yaşayan ulu selvi ağacına kadar herkes korkuyordu. İlk yağmur damlası, diğerlerinden biraz daha yüksekte uçan beyaz göz bebekli bir karganın kanadına düştü. Ve ardından akşamın karanlığında başlayan karga sesleri gece denecek saatlere kadar civar dağların yüzlerinde sekip duracaktı.


Tüm bu kargaşa ve karanlığın ortasında insan yapımı sadece bir kasaba vardı. Birkaç çiftlik evinden ibaret bu topluluk, çöken karanlığı evlerinde sessizce oturup dua ederek karşılamıştı. Bir pencereden çıkan ışık o kadar cılızdı ki diğer evden gözükmüyordu. Kara bulutlar o kadar alçaldı ki, biraz yukarılarda filizlenen yıldırımın ışığı bile yeryüzüne ulaşmıyordu. Fırtınanın sesi henüz gün batmamış yerlere sürükleniyor, her şeyin son bulduğu ve şafak söken diyarlarda yankılanıyordu. Saatler geçti, karanlık artık anlamını kaybetmişti; gözle görülecek tek bir şey kalmadığından tam olarak zifiri bir yokluk söz konusuydu. Ağaçların birçoğu kollarını kaybetmiş, kimisi yıllar sonra orada yeşerecek başka bir canlıya hayat olmak için toprakla buluşmuş, kimisi ise titreyerek son güçlerini köklerine bırakmıştı. O gece kasabada uyuyan tek bir kişi yoktu. Uğultu o derece fazla hayat o derece siyahtı ki; herkes kendi evinde birbirine sarılmış kısık gözlerle her şeyin bitmesini bekliyordu. Hepsi içten içe güneşe kızar gibi oldular. O anda yaşayan herkesin şahit olduğu ve olabileceği en karanlık gece, akılsız bir horozun ötmesiyle bir anda duruluverdi. Önce rüzgar biraz olsun hafifledi ve geceyi atlatabilen ağaçlar yerlerinde doğrulup boyunları bükük derin bir nefes aldılar. Gece karanlığında görebilen kuşlar ve böcekler görmeye başladı ve ilk karga uyandı. Ardından doğuda bir çizgi belirdi. Bu defa beyaz, kırmızıya yakın pembelikte bir aralık belirdi. Günün ilk ışıkları evlerin darmadağın olmuş çatılarına ve yaşlı söğüt ağacının kovuğundan çıkan minik bir kirpinin burnuna düştü. Daha sonra kirpinin göz bebeklerinde ormanlı dağların tepelerinden yükselen güneş doğdu. Kasabada yaşayan herkes aynı anda yatıp aynı anda uyudu. Kara bulutlar kavgalarına devam ede ede çekildiler. Ve kasabada yaşayan her canlı, bu geceyi hatırlayıp her güneş battığında hüzünlenip, sabahın geleceğinden de emin bir şekilde yaşadılar.