Birkaç dakika evvel yağmaya başlayan yağmurun bu derece ıslatması şaşılır şey doğrusu.

Erzakları doldurup kucakladığı kese kâğıdının değil de koltuk altına sıkıştırdığı yazma kâğıtlarının ıslanmasına fena öfkelenmiş olacak ki, içeri girer girmez ıslanmış kese kâğıdını birkaç aydır yazmaya devam ettiği balıkçı romanının müsveddeleri üzerine bıraktığının farkına bile varmadı. Suratı asık, söylenerek yaymaya başladı, koltuğu altında ıslanmış yazma kâğıtlarını yeni harlanmış sobanın etrafına.

Sobanın etrafını saran yazma kâğıtları bir çiçeğin yapraklarına benziyordu şimdi.

Harlanan sobanın üst kapaktaki kızıllığı çiçeğin orta yeriydi, ateş çiçeği. Bu düşünce beni gülümsetirken o, kâğıtları yaymayı bitirmiş ve karşımda durup gülümseyen yüzüme bakıyordu. Hiçbir şey demeden arkasını dönüp masadaki kese kâğıdından, geçen ay postaladığı iki öyküden gelen birkaç kuruşla aldığı erzakları bırakıp saymaya başladı:

- İşte, iki öykü bu kadar ediyor. Patates, soğan, bir külah zeytin, üç ekmek ve peynir…

Birkaç gün daha aç kalmayacağız, deyip yaktığım sobaya yanaşıp üşümüş ellerini ovuşturarak devam etti:

-Sen ne yaptın? İşe yaradı mı götürdüğün iskarpin?


Odasını kiraladığımız hanın sahibesi halime acımış olacak ki kaymakamlıkta ayakçı olan yeğenine temiz, terbiyeli, çalışkan diye beni övmüş ve bir hediye ile kendisini ziyaret etmemin bir işe yarayabileceğini söylemişti. Seneler evvel kuruş kuruş biriktirip satın aldığım, sadece bir kaç kez giydiğim iskarpini götürmüştüm ben de. Gittiğimde ayak ayak üstüne atmış, küçük bir ocak başında çayını yudumlarken bulduğum; kendimi tanıtıp içim acıya acıya, bir işe yaramayacağından neredeyse emin olduğum halde ama bir ümitle, bir de üstüne üstlük size layık değil ama edasıyla teslim ettiğim iskarpini soruyordu Cafer.

Bilmiyorum, deyip sustum. Tamam, sen şimdi git, ben konuşacağım, deyip elimden aldığı paketi ayak ucuna koyduktan sonra çayını yudumlamaya devam ettiğinden bahsedemedim. Ümitsizliği anlamış olacak ki o da bir şey söylemeyip koltuğuna oturdu. Uzun süre sustuk. Yazı kâğıtlarının kuruyan uçlarının kendi üzerlerine baş kaldırmalarını seyrettik bir süre. Ekmeklerin altında duran balıkçı öyküsünden bahsettik. Geçen yıl yazıp nasıl olduysa şu küçük odacıkta kaybettiği öyküden, bakkal Ümran'ın karısının yediği naneden, dün meydanda çıkan hengâmeden, nereden aklımıza gelmişse Kürt göçerlerden bahsetmiş; sobanın ateşini iyiden iyiye bitirmiştik.Kalan son odunu sobaya atmak için kalktığı eski koltuktan çıkan gıcırtıya dönüp yoksulluğumuza bir kez daha derin nefesle iç geçirdi. Odunu sobaya atıp kimseye dillendirmediği bir sırrı konuşurmuş gibi sesini kısarak, birkaç kuruş daha biriktirebilirsem tövbe bir daha yazmayacağım, deyip devam etti:

“Şu romanı basabilirsem, Ahmet efendininkine benzer bir kulübe alabilirsem kâfi. Bir de onaracağım bir sandal. Balık yerim sade. Yaşamak için insanın bu kadar yalan söylemesi ne kadar da acı.”