BİLİNÇ GÜNCESİ 3:

 

Artık elleri olmayan bir kukla olduğuna göre, tanrıya öfkesini kelimelerle doğrultmalıydı. Dil, müthiş bir hazineydi. Dil, müthiş bir coğrafyaydı. Sınırlarıyla çepeçevre sarılsa da tek bir dünyaydı, zamanın belleği ve insanlığın siluetiydi. Yaratana kendi eseriyle yanıt veriyordu, cephanesini genişletmekle meşguldü. Öfkesi düşüncesindendi, yaşamda yenilik tezcanlılık demekti. Görüntüleri yakalayacak bakışları, sesleri işitecek duyuşları, tanıklığını damgalayacak bilinci vardı. "Bir şeyler yanlıştı." Yaşamda erkenliğin en güzel yanıydı bu. Henüz bir şey olmamıştı, başkalaşabilir, ötekileşebilirdi; aykırılaşabileceği kimliksizlikteydi, yanlış demenin bedelini "doğruluğu ölçülerek" ödemeyecekti. Toplumun dinamiğinde bir çarka oturamayacak yetisizlikteydi, özgürlüğün kara deliğinde hiçti fakat "hiç" bu kadar özgür olunamazdı. Seyircilik ne hoştu, sahnede olmanın yükü yoktu. Birileri yapıyordu, birileri eylem halindeydi, yargılama gücünü sonuna kadar kullanabilirdi. Acımasızlığı bundandı. O sadece izliyordu.


Hayat zannettiğinde daha yoğundu yaratılan düzense onu basitliğe indirgemekteydi. Doğa müthiş bir karmaşaydı fakat keşif unutulan bir eylemdi, tam da bu nedenle insanlık kendi kuyusunu kazmaktaydı. Birilerinin "bilirkişiliği’’ çoğunluğu aptallaştırırken güven duygusu her şeyi unutturmaktaydı. Düşünmek korkunçtu. Anlamak korkunçtu. Göz ardı etmek güvenliydi. Herkes kendi sığınağına kaçtı ve güven, huzuru sağladı. O, bunu da bilmiyordu. Çocukça cesur olduğunu zannediyordu. Huzursuzluğu büyüdükçe artıyordu.

 


BİLİNÇ GÜNCESİ 4:


Eyleme geçeceği bir ‘’hal’’ vardı ve o hal bir türlü doğru zamanı yakalayamıyordu. Zaman eylemi düşünüldüğü şekliyle ortaya çıkarmıyor, hayaller zihindeki şekliyle sahnede durmuyordu. Bu nedenle gerçekleşmiş hayal de bir tür düş kırıklığıydı ve bu, hayalperest kişiliğini oldukça zedeliyordu. Unutmak istiyordu, hatırlamak yorucuydu, unutmaya çalışmak çok daha zordu. Rüyalarına yakalanıyordu, rüyalarında "kayboluyordu’’. Bilinçaltında kendine acımasız oyunlar oynuyordu. Sanki kendisi herkesti, sanki herkes kendisiyle beraber gerçek bir varlığa bürünüyor ve şahitliği herkesi onun varlığına bağlı kılıyordu. Bunun için mutsuzdu, bu onu deli ediyordu! Yapayalnızdı, çok kalabalıktı. O olmasa kimse kalmayacaktı, bunun çift yönlülüğü trajikomikti. Kimse, o olmasa olmayacaktı. Var olan tek şey de oydu. Her varlık şizofrenik bir vakaydı, öte yandan bunun farkına varan bir başka ben’i vardı ve bu, diğeri varlığının üstünde katlanırken O yarattığı dünyada biri olabilme çabası veriyordu. Kuşkulu bir gerçekliği vardı, bu nedenle "gerçeklikten’’ uzaktı. Her şeye şahit olmak istiyor, hiçbir şeye aidiyetini ulaştıramıyordu. Her anda, mekanda, kişilerde olmak istiyordu; boyutsuz bir ansızlık olmalıydı, orada her şey olmalı, her şeyi deneyimlemeli, tanıklığın izini barındırmalıydı. Bu yalnızlığını belki yok ederdi, bu ona belki bir cevap verirdi. Fakat bu ona sadece zarar verecekti. Bir şey olmaya kalkışmak diğerlerince ağır bir suç olacak, bedelini hiçbir şey olamayarak ödeyecekti ki bu yine diğerlerince en ağır suçtu. Böylelikle onlar için "sınırsız bir varlık’’ olabilirdin, sıfatlar okyanusunda her damla üzerinde kuruyabilirdi, sana ait olabilirdi. Bu onlarca çok zevkliydi, doğruluğunu başka varlığın yanlışlığıyla test etmekteydiler; onlar için de kendilerini gerçekleştirebilecekleri tek alandı bu. Garip ki insan denen varlık hep başka bir alan arardı, bu da kaçışların bir sonucuydu. O, kendi alanının dışına çıkarak herkese açık hale geldi. Bu çok acıydı ve varlıklar çok acımasızdı. Bunu çok sonra anlayacaktı. Yıkım, bir noktaydı.