insan budur işte: kendi zavallı varlığını, attığı her adımda ve içine girdiği her ortamda hissettirdiği mide bulandırıcı kokuyu, samimiyetsizce gülerken sinsilikle kıvrılan dudağının zehrini, göz kamaştıran yalanlarını bir başkasının üzerine yıkamadığında, işlediğini çok iyi bildiği suçlarının lekesini ötekini de kirleterek yayamadığında, yani yalnız başına kaldığında o ana dek üzerinden söküp atabildiği iğrençlikleri başına bir bir üşüşür, akbabaların gagalarını iştahla daldırdıkları, bir pazar öğleden sonrası tarafından katledilen cesedine uzaktan bakmakla ve tırnak uçlarına kadar acı çekmekle yetinir; ta ki ilk saatlerde şelaleye dönüşen gözyaşları içindeki bütün pişmanlık kırıntılarını da teker teker dışarıya dökene ve bu hiçlikle dolup taşmış bedeni uykunun davetkar kollarına teslim edene kadar. sabaha doğru kendine ufak da olsa bir mola imkanı bulmuş olan ciğerleri, güneşin adeta onunla dalga geçerek işkencesinin uzadığını haber vermek için kullandığı ışınlarıyla tekrar tekrar tanışarak, derin bir iç çeker.