Sensiz yaşayamam dedi adam. Yokluğun ölümden farksız dedi kadın. Neydi bu adam ve kadını birbirine bu denli bağlayan? Aşk mı? Takıntı mı? Kendi gerçekliğinden kopuş sancısı mı? Bireysel varoluşun yükünü paylaşma ihtiyacı belki.

Filmlerde, kitaplarda sıkça rastladığımız, âşığı için ölüp biten, adeta yürüyen melankoli tiplerini hiç anlayamadım. Belki kurgu deyip kafa yormamışımdır, bilemiyorum. Ne var ki gerçek hayatta böyle tipler hiç de yok değil. "Tip" diyorum çünkü karakter özgünlüğünden yoksunlar bana göre. Mantığa geçirilmiş bir kelepçe var zihinlerinde. Şimdi bana duygusuz diyenler olabilir. Duygusuz değilim. Bu savunmanın bir üstünü Sokrates yapmış. Duygusal tutsaklığa karşıyım sadece. İnsanın kendi varlığını yok sayarcasına birine bağlanmasında, bireysel özgürlüğün yarattığı korku var biraz da. 

Benim özgürlük anlayışıma göre temelde insanlar ikiye ayrılıyor: Bağlanmaya bağımlı olanlar ve bağlanmaktan kaçınanlar. Elbette her iki sınıftan da özellikler taşıyan insanlar da vardır. Fakat ben iki ayrı kutbu yazacağım. İlk grup insanı çözümlemek kolay. Onlar her ortamda ait olma içgüdüsüyle hareket ederler. En büyük korkuları dışlanmak olan bu kişiler sürünün bir parçası olmaktan müthiş bir haz duyarlar. Hayatlarını domine edecek başka insanlara ihtiyaç duyarlar hep. Yedikleri yemekten giydikleri kıyafete, sahip oldukları fikirlere kadar her şeylerine başkaları karar verir. Bu insanların aşktan uzak kalabileceğini kim iddia edebilir? Sözde aşk onlar için eşsiz bir esaret fırsatıdır. Bu yüzden bu tip insanlar aşka aşıktır.

Gelgelelim diğer gruba. Bağlanmaktan kaçınan insan bireysel özgürlüğe erişmek uğruna her bağdan kurtulmaya hazırdır. "Yok" olmayı göze alır. Zira yeniden ve kendi gerçekliğiyle var olabilmenin tek yoludur bu. Toplumun normlarından, sınıflarından, sıfatlarından, yargılarından en önemlisi de kabul görme ihtiyacından sıyrılabildiğinde insan; birey olarak var olmanın tadına varır. Ait olduğu her şeyden, kısıtlayıcı köklerden, onu bir ahtapot gibi saran bağlarından kurtulmuştur. Fakat bu esnada toplum tarafından yok sayılmanın gerçeğiyle yüzleşir. Onu tanımlayan her şeyi ezip geçmiş, kendinden başka kimseye ihtiyacı olmadığını kanıtlamıştır adeta. Ne var ki kimsenin de ona ihtiyacı kalmamıştır. Görünmez olmayı değil, kendine ait köklerle "görülmeyi" istemiştir oysa. Fakat bağlarından kurtulmaya öyle odaklanır ki kendini yeniden inşâ etmeye ne zamanı ne azmi kalır. Günün sonunda, elde ettiği özgürlüğün ona işe yaramazlık hissinin yanında, derin bir yalnızlık ve güvensizlik verdiğinin farkına varır.

İşte bu noktada bir çözüm arayışı başlar. Görünmezliğin "dayanılmaz hafifliğiyle" rotasız bir kayık gibi hiçliğe savrulmak mı, eski bağlardan birini onarmak mı, yeni bir bağ kurmak mı? 

Özgürlük uğruna kazanılmış yalnızlığın en çekirdek çözümüdür aşk. Aşık olmanın kendi tercihi olduğuna inanmak bir nebze olsun gururuna su serper insanın. Aslında bir bakıma kolaya kaçmaktır. Aidiyet hissini tek bir kimsede giderebilmek tonlarca yükü kaldıraçla kaldırmak gibidir. Sevilmek, değerli hissetmek gibi tatmin edici duygulara da sahiptir ayrıca. Evet tutsaklıktır ama özgürlüğün bunca yükünü taşıdıktan sonra biraz dinlenmek iyi gelir. Buna rağmen bireysel ihtiyacın giderilmesi üzerine kurulu bir ilişki; ister sevgili ister arkadaşlık olsun, sağlam bir temele sahip değildir. Sonucunda ya bağımlılık gelişir ya da duygular tükenir. 

İnsan, özgürlüğün getirdiği yalnızlığı tek başına aşmayı öğrenmelidir. Kendini tanımalı, olduğu gibi kabul etmeli ve kendisiyle mutlu olmayı bilmelidir. Yeni ve kendine ait bağlarla hayata bağlanmanın zaman ve emek istediğini farkında olup önce bunu başarmalıdır. Zaten bunu başarabilen insan ancak karşısındakini de mutlu edebilir.