Evimdeki kombi arızalanmıştı, sürekli basıncı düştüğü için 2-3 günde bir basıncının düzeltilmesi gerekiyordu. Soğuk bir cuma akşamıydı, termometreler sıfırın altından iki basamaklı sayıları gösteriyordu. Uyumak için yatağıma yattım ama uyuyamadım. Sessizlik olduğunda uyuyamıyordum, telefondan her zaman dinlediğim podcastlerden bir tanesini açtım ve bir süre sonra uykuya teslim oldum.

Bu kadar kısa sürede uykunun beni teslim alması alışılmışın dışında olan bir şey çünkü genellikle uyku beni teslim almak istemez. Uyumak için uygun niteliklere sahip olmadığımı, kafamda çok fazla gereksiz şeyler olduğunu söyler, onlardan kurtulup öyle teslim olmamı söyler ve beni kovardı. İyi de ben daha hangisinin gereksiz olduğunun bile farkında değilim. Önce hangi düşüncelerin gereksiz olduğuna karar vermem gerekiyor karar verdiğimde bile öyle kafamdan atamam ki çünkü ben bir düşünce istifçiyim.


Uykunun beni bu kadar kolay teslim almasından şüphe etmeliydim…


Gecenin ilerleyen saatlerinde eve davetsiz bir misafir girdi ve bana o an en gerekli olan şeyi çaldı. Eve sinsice giren soğuk hava ihtiyacım olan bütün sıcak havayı çalmıştı. Yani kombi bozulduğu için ev soğumuştu. Arızalı olan kombinin basıncı düşmüş evi ısıtan petekler soğumuştu. Gecenin ilerleyen saatlerinde soğuk uykumu böldü ve titreyerek uyandım.


Uyandığımda kulaklarım, yanaklarım ve burnum da soğuktan nasibini almıştı. Uyanıp petekleri kontrol ettiğimde kombinin basıncının düştüğünü anlamıştım, gidip basıncı düzelttikten sonra titreyerek yatağıma geri döndüm, yorganı kafama kadar çekerek cenin pozisyonunda titreyerek tekrar uyumaya çalıştım.


Psikanalistler cenin pozisyonunda uyuyanlar için duygusal ve hassas olduklarını söylüyorlar ama ben sadece üşüyordum. Bir de yanarak ölen insanların cesetleri de her zaman cenin pozisyonunda oluyormuş ama ben sadece üşüyordum.


Sabah uyandığımda soğuk hava gitmiş ama getirdiğini götürmemişti. Öylesine bir yorgunluk vardı ki üstümde Road Runner’ı kovalayan The Coyote(Çakal)’in bütün sezon boyunca başına gelen olayların her biri aynı anda benim başıma gelmiş gibi hissediyordum. Vücudumdaki her nokta öyle bir ağrıyordu ki bütün gece Kabasakal tarafından dayak yiyen Temel Reis gibi hissediyordum ve bir sorun vardı benim ıspanağım yoktu. Öylesine çekilmez bir baş ağrısıydı ki beynimin içinde Bülent Ersoy’la Cübbeli Ahmet’in düğünü vardı ve Cübbeli Ahmet mevlütlü düğün yaptığı için Bülent Ersoy trip atıyordu.


Tanrının belamı verdiğini düşündüm. Öylece hareketsizce, titreyerek ateşler içinde ısınmaya çalıştım.


Yorgun bitkin, iştahsız ve titreyerek yatağımda öylece uzanıyordum. Bir şeyler yemem gerekiyordu ama hiç iştahım yoktu. Yalnız yaşayalı 2 yıllı geçiyordu ve ben ilk defa bu kadar kötü hasta olmuştum eskiden olsa annem çorba yapar, bana zorla içirirdi ve ben çocuk gibi naz yapar çorbayı içmemek için zorluk çıkarırdım. Ama şimdi çorbayı yapacak ve bana zorla içirecek kimse yoktu yanımda. Ve bütün bunları bütün tükenmişliğimle benim yapmam gerekiyordu. O an insanların yıllar geçtikçe değil de yalnız kaldıkça büyüdüğünü anladım. Çorbaya yapacak birisi olmayınca çorba yapacak kadar büyümek zorunda kalıyor çünkü insan.


Biraz kendimi toparlayıp yapabildiğim tek çorba olan mercimek çorbasını yapmak için mutfağa gittim, bilin bakalım evde ne yoktu? Evet tebrikler hepinize, tabi ki de mercimek yoktu.


Dolapta küflenmiş salça ve peynir. Ne zaman aldığımı hatırlayamadığı 3-4 tane yumurta, son kullanma tarihi geçmiş süt, karbonat ve kabartama tozu vardı. (Karbonat ve kabartma tozu; belki lazım olur diye aldığım gereksiz şeylerden sadece birkaçı üstelik evde fırınım bile yoktu.)


Kabartma tozu, karbonat, karbonat, karbonat Erol - Şogun, niye çalmıyoko düdüko, Şogun ne işi var dolapta karbonatın, düdüko çalmıyoko boku yemişişko, kombi çalmıyoko boku yemişişko... Buzlukta ise buz dolabının kendi imkanlarıyla ürettiği buzdan başka bir şey yoktu. Velhasılıkelam evde yiyecek namına hiçbir şey yoktu. O an karbonat ve kabartma tozu çorbası yapsam nasıl olur acaba diye düşünsem de yok daha neler diyerek hemen vazgeçtim.


Keşke hayat filmlerdeki gibi olsaydı dedim. Hayat filmlerdeki gibi olsaydı sevgilim gelip benim hasta olduğumu görecek, benimle ilgilenecek, bana çorba yapacaktı ama hayır filmdekiler gibi olsaydı çorba yapmaz portakal suyu sıkardı ama bu sadece başrollerin başına gelebilecek bir şey... Film ya da gerçek, hayat benim için her türlü zor olacakmış gibime geliyor nedense.


Belki farkında olmadığım bir filminin içindeyimdir ve bana da hasta hasta karla-buzla kaplı kaldırımdan yere düşmemeye çalışarak, kaldırımları ve yolları temizlemeyen belediyeye, mahallenin muhtarına ve 7. sınıftaki Türkçe Öğretmenime küfür ederek markete gitme rolü verilmiştir.


En azından marketin yakın olmasıyla teselli ediyordum kendimi; markete gittiğimde market kalabalık değildi ama kasada ödeme yapmak için iki kişi beklemek zorundaydım. O iki kişiyi beklemek bir ömür boyu gibi süren kısa anlardan sadece bir tanesiydi. Bu süre zarfında aklımda neden ikinci bir kasanın açılmadığına dair sitemkar düşünceler ve az da olsa ikinci kasanında açılacağına dair umutlar vardı. Başka bir personel kapalı olan kasalardan birine geçti ben de kasaya doğru yöneldiğimde bu kasa kapalı yanıtını aldım. Bütün umutlarımı kaybetmiş bir şekilde 7.sınıftaki Türkçe öğretmenime küfrederek beklemeye devam ettim.


Nihayet sıra bana geldiğinde kasiyer hasta olmamı umursamadan bana indirimde olduğunu söylediği ürünlerden satmaya çalıştı. Hemen almak istemediğimi belirttim. Kasiyerin hastalığımı önemsememesi biraz canımı sıksa da olayı fazla büyütmedim zaten bu kadar küçük meseleleri büyütecek kadar sağlıklı değildim ve bir an önce eve gitmek istiyordum. Belki daha sonra gelip ona günü gösterirdim ama sadece işini yapmak isteyen birisine gününü göstermek pek mantıklı gelmediği için bu düşünceden de hemen vazgeçtim. Gününü gösterilmesi gerekenler listesi yapsam kasiyer için yer kalmazdı zaten, yer kalsa dahi ben yazmazdım. Ama listede yolları temizlemeyen belediye, bozuk kombiyi tamir ettirmeyen ben ve 7. sınıftaki Türkçe öğretmenim kesin olurdu.


Ben daha eve gideceğim, çorba yapacağım; oohooo ölme eşeğim ölme; bütün bunlardan bağımsız eşeğe ölmemesi için tavsiyede bulunmanın herhangi bir faydasının olduğunu da düşünmüyorum ama şu an bunun sırası değil.


Bu nasıl film ama böyle buzla kaplı kaldırımdan düşmemeye çalışarak yürümeye çalışan birisin için uygun olmayan bir sürü sahne-rol var.


Kestik, kestik, kestik...


Ama hale devam ediyor: Makas mı kesmiyor, bıçak mı kesmiyor? Bütün bunlar düğünlerde olan saçmalıklar değil mi? Öyleyse bu nasıl bir düğün?


Bu 'garip bir düğün' adlı bir film için bile fazlasıyla garip bir düğün olurdu.


Sanırım bu film falan değil. Lanet olası gerçeklik...



Not: Yalnızlığı-Yalnız yaşamayı sigara bağımlılığına benzetiyorum bazen. Sigaranın sağlığa olan zararının farkında olmak ama nikotin bağımlılığı yüzünden bırakamamak gibi. Yalnızlığında bağımlısı oluyorsun. Bazen yalnızlık o kadar dayanılmaz oluyor ki birbirimizi anlamıyor olduğunuz gerçeğini görmezden gelip,

kişiyle-kişilerle konuşmaya devam edebiliyorsun. Bazen de eskiden zaman geçirmekten hoşlandığın insanlardan bile sıkılmaya başlıyorsun.


Üstelik yalnızlıktan kurtulmak için arama hattı ya da devlet desteği ya da herhangi bir kamu spotu yok. Daha bu bağımlılığın farkında bile değiller.