“Sayın yolcularımız, Günçıkmazı bu istikametteki son duraktır.” anonsunu duyunca başımı soğuk pencereden çekip kış ile birlikte daha da grileşen sokağıma iniyorum. İnen yüzler, tanıdık yüzler. Son durakta inenlere has bir tanışıklıktır bu. Çoğu insan birbirini defalarca görmüştür fakat konuşmak zahmetinde bulunmamışlardır. Her yolculukta birbirlerinin telefon konuşmalarına kulak misafiri olarak edindikleri bilgiler ile anladıkları kadar ya da tahmin ettikleri kadar bir hayat biçerler karşıdakine. Mesela şu amca, sürekli gördüğüm bir yüzdür. Yılların çöküntüleri yüzünde belirgindir ve bu ona donuk bir bakış bahşetmiştir. Her gün yol üzerinde onu içimden bir selam ile uğurlarım, nedendir bilmem, muhtemelen mutsuz biridir. Şu çocuk mesela, yirmili yaşların ilk teneffüsünde hayatın üzerine yüklediği kaygılarla boğuşmaktadır sanıyorum. Daima tedirgindir ve her inişinde bir sigara yakar. Farklı markalarda sigara içer. Çöpe attığı paketleri görürüm. Şu kadın mesela, onu hiç görmedim; muhtemelen yolunu şaşırmış ya da yeni taşınmıştır. Gözleriyle çevreyi süzüşü bana bunu anlatır. Çevresine öyle bakıyor ki sokağa yabancılığını anlamamak mümkün değil. Ezbere yürüdüğünü gördüğü ilk insanı yolundan çekip adres soracak gibi bir arayışı var. İnsanların bu araçtan inip sokağa karıştığı andaki bilinmezlik zihnimde daimî bir yer edinmiştir. Burada, bu son duraktaki insanların hayatlarını tahmine çalışmak benim için büyük okyanusların en derinlerinde, hiç görülmemiş incileri aramak gibi bir şey. Ve bu meçhul kalabalığı yürüdüğüm yol üzerinde uğurlarken hep bir hüzün duyarım. Yol benim için orada başlar. Sürekli yürüdüğüm bu sokaktaki nesneler o zaman bir anlam kazanır. Üzeri lekeli bir kumaşla örtülmüş berber dükkânındaki televizyon, binaların üzerindeki yıpranmışlıklar, evlerden sokağa yayılan ekmek kokuları, sokağı bir kara bulut gibi kaplayan, insanın ciğerini yakan odun kokusu, kışın çetinliğine rağmen gömleğinin önü hep iki düğme fazla açık delikanlılar, kadınların yarım eşarp üzerinden fışkıran kızıl beyaz karışık saçları, buradan fazla oy çıkmaz denerek belediye tarafından unutulan açık rögar kapakları ve her biri aynı zamanda bir tabure -kimi zaman yatak- görevi gören kaldırım taşları, yaralı yüzler ve kollar, silik, cansız dövmeler, bodur ağaçlara benzeyen binalar yahut gecekondular, evlerin içinden gelen bağırışlar, saate ve soğuğa rağmen oyunlara koşarken aile tarafından ne yaptığı önemsenmeyen ve yeni öğrendiği küfürleri deneyen talihsiz çocuklar...

Bütün bunlar Günçıkmazı’na dair zihnimde bir lahza olarak canlanıp kaybolan görüntülerdir. Yürüdüğüm yol boyunca kendimi ne buraya ait hissederim ne de buradan ayrıyımdır. Çünkü tanışmalar beni hiç yalnız bırakmazlar. Düşüncemi bölen heyecanlı bir ses daima hazırdır.

— Zeynep abla, sigaran var mı? Yeni mi geliyorsun? Baksana abla, sigaran var mı?— Var ablacığım, ancak bitti işim. Al bakalım, dikkat et kendine.

— Sağ ol be abla. Bir sensin zaten. Görüşürüz sonra.

Sigara paketimden Doğan’a bir tane uzatırım. Doğan bu mahallenin heyecan dolu, ele avuca sığmayan çocuklarından biridir. Yaşı on sekiz ya var ya yok. Gözlerinin içinde daima bir coşkunun parıltısını taşır. Esmer teninin yoğunluğu altında bir yıldız kümesi gibi parlar durur bu gözler. Biçimsiz kesilmiş saçlarıyla ve coşkusunun bir tezahürü olan yürüyüşüyle karanlık çöktüğünde dahi onu tanıyabilirim. Günçıkmazı’na taşındığım dört yıldan beridir onu görüyorum çünkü. Bana karşı duyduğu itibar ve sevgiyi hissedebiliyorum. O yaşlardaki erkek çocuklarının sahip olduğu korumacılık hissi sanırım bundan kaynaklanıyor, yani sevgi ve itibardan. Bu duygunun iyi ya da kötü olduğunu tam manasıyla bilemiyorum aslında. Korumacılık, korumacılık…

Belki edinilmiş, belki temelden var olan ilkel bir duygu. Fakat Doğan’daki kötü ya da zararlı değil. Bunu anlayabiliyorum. Bu mahalleye geldiğim ilk gün, fakat o zaman şimdiki gibi tanıdık gözlerle değil, maraz dolu gözlerle istediği sigara aklıma geliyor. Hâlbuki on üçünde var ya da yoktu o zaman. Garipsememiştim. Burada belki de o yaşlarda isteyebileceği en masum şeydi bir sigara. Çıkarıp iki tane vermek de dostluğun bir nişanesi bile olabilirdi. Garip geliyordur, eminim. Burada her şey o kadar garip ki alışmaktan başka çareniz kalmıyor.

Doğan ile olan bu ritüelin ardından evime geldim. Aslına bakarsanız anlatmak istediğim Günçıkmazı değil. Evet, anlatacaklarım üzerinde buranın da büyük etkisi var fakat asıl anlatmak istediğim son birkaç gündür karşı apartmanda -eğer buna apartman denirse- gördüğüm garip adam. Bunu bir lakap hâline getirebilirim. Garip Adam…

Her akşam benzer saatlerde aynı pencerelerden aynı biçimde oturduğunu perdeye yansıyan gölgesinden fark edebiliyorum. Evde yalnız yaşıyor olduğum için kendime bir nevi eğlence bildiğim, ikinci ve son katında oturduğum evimin kutu gibi dedikleri balkonundan ya da bunun gibi kış aylarında hemen onun bitişiğindeki penceresinden dışarıyı izlemek ve ruhumun derinliklerini hissetmek... Dolayısıyla merak duygumu uyandıran bu değişiklik beni -bunu söylemekten utanıyorum- Garip Adam’ın evini ve kendisini gözlemlemeye itiyor. Buna daha kaba, daha amiyane bir tabir bulabilirsiniz fakat ben “gözlemlemek” demeyi tercih edeceğim. Sarı loş ışığın üzerine yansıyan oturuşu, bir eli çoğunlukla çenesine yahut şakağına dayanmış, gözlüklerinin yuvarlaklığı ve zaman zaman kalkıp ışığını açtığı odayı görebiliyorum. Her akşam vakti saat yedi civarında ve sanırım bir masada oturup uğraştığı, başından kalkmadığı, onu bu denli düşündüren ve hatta bazen sabaha kadar açık kalan ışıkla beraber seyreklikle değişen gölgesinden anladığım kadarıyla üzerinde uyuyakaldığı bu önemli şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Bazen bu düşünce beni öylesine sarmalıyor ki gerçeklikten aldığım bu görüntüler kendi zihnimde bir matruşka gibi açılıp kendi senaryosunu yaratıyor. Gördüğüm gölgeler artık kendi zihnimin yönlendirdiği şekilde bir hayal dalgası olarak açılıp genişliyor. Bu anda zihnimin içinde perdeler açılıyor ve kendimi o evin içinde, eşyaların arasında gezer buluyorum. Dikkatimin gelmesiyle beraber tekrar etrafı izlemeye devam ediyorum.

Merak duygusu en anlam veremediğim, varlığının sebebini bir türlü tam olarak kestiremediğim bir duyguydu. Garip Adam’ı neden merak ediyordum? Ya da garip bulduğum o şey…

Neden garip geliyordu? Çevreye duyduğum bu ilgi ve gözlem merakının sebebi neydi? Unutmak istediğim, zihnime gelmesini istemediğim anıların üzerini örtmek için bu hayalî dünyayı mı kullanıyordum? Gerçeklikten uzaklaşmak ve soyut bir dünyaya dalmak arzusu neyden kaynaklanıyordu? Belki de uzun süren yalnızlığımın üzerimde yarattığı tahribatın bir tezahürüydü tüm bunlar. Belki de sadece gerçeklikle savaşacak gücü bulamıyordum. Pek de önemi olmayan fakat beni bir şekilde meşgul eden bu fikirler ve bazen vehimler iptila ile istediğim bir çeşit morfin gibi sürekli bilincimi ve ruhumu kurcalayıp duruyordu. Ve Garip Adam’ı garipleştiren de yine kendi zihnimdi. Öyle miydi?