Izdırap içinde olmak, acı çekmek aslında söylemesi ne kadar da kolay kelimeler öyle değil mi? Hisseden ve yaşayan için de bu kadar kolay mıdır? Hissettiklerini söylemek ‘‘Evet beni anla artık, gör beni canım yanıyor.’’ demek gerçekten de parçalar kopartır insanın etlerinden. Sızım sızım sızlatır kemiklerine kadar. Yüreğindeki yangınları harlar. Birisine hislerinden bahsetmek ateşler içinde yanarken su diye inlemek gibidir. İster bir bardak ister bir sürahi iç kanmazsın. İster tam anlat ister yarım karşındaki seni anlamaz anlayamaz. Çıkış yolu sunmaya çalışır sana tavsiyeler verir. Belki de geçekten yanında olmak istemektedir ama insanın iç dünyası öyle bir yerdir ki siz ne kadar kapıları kırarcasına zorlasanız da içeriye kimseyi kabul edemezsiniz.

          Sıradan bir ekim günüydü. Yaprakların iyiden iyiye kızıllaştığı, havanın yavaştan soğuğu hissettirdiği ve bulutların birazdan yağmurun bastırmak üzere olduğunun habercisi gibi olabildiğince koyu ve karamsar hallerinde, gökyüzündeki yerlerinde konumlandığı sıradan bir ekim günü. Sabahları kahvaltı yapmaktan nefret ederdim uyanır uyanmaz bir şeyler yeme düşüncesi hep midemi bulandırıyordu. Zaten kahvaltılık olarak sevdiğim pek bir şey de yoktu. Peynirden nefret eder zeytin ve reçel çeşitlerini de pek sevmezdim. Günlük rutinleri tamamladıktan ve üstümü değiştirdikten sonra evden çıktım.

           İstanbul'a yerleşeli yaklaşık iki yıl oluyordu. Büyük şehir benim hep hayallerimi süsleyen bir elementti. Elde ettiğimde yaşadığım mutluluğu tarif edemezdim, o sevincin zamanla nasıl söndüğünü de. Küçük hazlar insanıydım ben dinlediğim şarkının neşesi bile yetiyordu bazen beni mutlu etmeye ya da sokakta gördüğüm mutlu aile tabloları. Eski yaşadığım şehirdeki sahilde yürümek bile sevinç aşılıyordu bana. Zamanla değişti bazı şeyler, ben bunu kendi içimde İstanbul etkisi diye düşünsem de öyle değildi. Geç anladım her zaman olduğu gibi.

            Evim ile metro istasyonu çok yakın sayılmazdı ama İstanbul şartlarında hatırı sayılır bir mesafeydi. İstasyon arasında her zaman olduğu gibi fırına uğradım. Sevdiğim açmaların sahibi olan teyzeyle ayaküstü sohbet ederdik. Kendisi sıfırdan başlayan birisiydi ve onun hikayesi bazı şeyler için bana umut veriyordu.

          Metro istasyonu pazartesi olması nedeniyle haftanın diğer günlerine kıyasla daha yoğundu. Kalabalık ortamlar her zaman beni daha yalnız hissettirdi. Sabırsız, aceleci, vurdumduymaz, sinirli, mutlu, hüzünlü, heyecanlı ve bıkkın her ruh halinde insan vardı kalabalıklar arasında ama ben hiçbir zaman ne hissettiğimi bilmezdim. Bilmediğim gibi kendimi kimseye de yakın hissetmezdim. Böylece yalnızlığım daha da gözüme batardı. Arkadaşlarım vardı bu kalabalık dünyada, birilerine çarpmadan yürümek imkansızdı zaten. Çok aktif olamasam da onlarla zaman geçirmeyi severdim fakat iç dünyamda yalnızdım ben.

       İnsanları incelemeyi severdim. Eller, yüzler ve mimikler hepsi farklı hepsi başlı başına özeldi benim için. Her insanın bedeninde farklı noktalar keşfetmek olağanüstüydü ve insanları incelerken düşüncelerimi susturmayı başarabiliyordum. Sevmemin büyük sebeplerinden biri de buydu sanırım. O gün o kalabalığın içinde dikkatimi çeken nadide bir parça duruyordu. Aslında durmuyordu. Benim de binmek üzere olduğum metroya yetişmek için koşturuyordu. Sırtındaki çizim çantası ve cetvelinden anladığım kadarıyla mimarlık öğrencisiydi. Ne kadardır koşuyordu bir fikrim yok fakat terlemiş koyu renkli saçları terden ıslanmıştı. Kızarmış teni soğuk havaya rağmen yanıyor gibi duruyordu. Tahminen önemsediği derse geç kalmak istemiyordu. Çok kısa bir an bana baktığını fark ettim. Onu incelediğimi fark etmişti. Kısa bir an gözlerimiz kesişti ama gözlerini kaçıran o olmuştu. Bunun için minnettardım. Utangaç imajı hiç kimseye karşı çizmek istemezdim. Gerçi bir daha rastlayacağımızı da düşünmüyordum.

          İncelemeye devam ettim. Normalde bu noktada başka birine geçerdim. İnsanların sapıkmışım gibi onları izlediğimi düşünmesini istemiyordum ama içimden bir parça bunu yapmam gerektiğini söylüyordu. Orta boylardaydı, o gün koyu renkli bir kot üstüne yeşil renkte bir kazak giyiyordu. Esmere yakın kumral teni ve koyu saçları vardı. Aslında sıradan, herkesin çevresinde olan bir görünüşü sahipti. Göz rengini tam çözemesem de koyu olduğunu düşünüyordum. Çalan şarkı 2. kez değiştiğinde hala incelemeye deva ediyordum. İnce ve proje teslim haftası olması sebebiyle nasır tutmuş parmaklarıyla gözlerimin yaşarmasını sağlayacak güzellikte elleri vardı. Gözlerimin yaşarmasının bir sebebi de çalan şarkıydı. Etkisinin az olduğu da söylenemezdi.

          Hissettiğimiz duyguları ortamın şekillendirdiğini düşünlerdenim. Kavga esnasında belki o kadar sinirlenmeyecek yanlış şeyler yapmayacağız ama etraftakilerin bakışları bizi köpürtmeye yeter bazen ya da arkada çalan şarkı olmasa o ellere bakarak ağlamak istemezdim. Ama bunun şarkıyla bir ilgisi yoktu. Tanrının bahşettiği bir çekim vardı beni o ellere iten. İneceğim durağa gelene kadar kafamda eskizini çizdim ellerin, daha sonrasında defterime geçirecektim. Hatırlamak istiyordum uzun bir süre. Metrodan indikten sonra benimle indiğini fark ettim sanırım aynı okuldaydık daha önce görmemiştim. Belki bu sene yerleşmişti belki de hep yanımdaydı ve fark etmedim.

        İşte o karamsar bir ekim günü kendimi keşfedeceğim, düşüncelerimi darmadağın edip tekrar toparlayacağım önemli kararlar alıp yeni bir ağaç filizlendireceğim, maceramın başlangıç günüydü.

     O ellerin diktiğim fidana can suyu vereceğini bilmezdim, o can suyuna ihtiyacım olduğunu da birisine ihtiyaç duyduğumu bilmezdim, onsuzluğun ciğerimi yakacağını da. Gözyaşlarımın sevgiden ve sevilmekten akacağını bilmezdim, gülüşlerimin acıdan kaynaklı olacağını da. Diktiğim fidanın dallarının yine o eller tarafından kırılacağını da bilmezdim.