’’İnsan neden korkar yalnızlıktan? Neden illaki yanında birisi olsun ister? Derdine, kederine, sevincine, neşesine mutlaka birisi ortak olmak zorundadır sanki. Hep öyle olmasını umar. Oysa yalnızlık dünyanın en onurlu duruşu. İnsanın, dünyaya karşı en cesur biçimde, asice dikilişi. Okyanus sularının geri çekilmesi gibi evrene asil bir kafa tutuş biçimi yalnızlık…’’


Muhsin Amca, mahallemizin tek müzmin yalnızıydı ve aynı zamanda da en yaşlısı… Bir kez olsun yüzünün tebessüm ettiğine tövbe rastlamadım. Genellikle akşamları çıkardı evden. Yalnızca cuma günleri, camiye gideceği esnada gündüz vakti evden çıkışına şahitlik ederdi mahalle sakinleri. Camiye en son o girer ilkin o çıkardı. Bıyıkları sigara dumanından sararmış, huysuz, kendi kendine homurdanan, etrafındaki herkese mesafeli duran bir adamdı Muhsin Amca. Daha önce hiç evlenmiş miydi, çoluğu çocuğu var mıydı, emekli miydi, emekli ise de nereden emekliydi kimseler bilmezdi. Çok farklı bir gizeme sahipti kendisi. Hakkında şehir efsaneleri uydurulacak kadar farklı bir gizeme…


Sokağın köşebaşındaki evde oturur, yaz akşamları bahçede şarap içer, kış günlerinde ise bacasından hüzün tüttürürdü. Müstakil, bakımsız bir evdi oturduğu ev. Her tarafını yabani otlar bürümüş, bahçenin köşesindeki tulumbası kırılmış, sıradan, bakımsız bir ev… Bakımsızlıktan kastım sadece evin dış cephesi ve bahçesi. Yoksa evin içini görmenin mümkünatı yok. Yani, Muhsin Amca’nın evi de kendisi gibi tam bir muammaydı herkes için. Ta ki, 2016 yılı nisanının yirmi dokuzuna kadar…


Günlerden pazar günü olmasına rağmen zaman zaman yaptığım gibi ertesi gün işe gideceğim gerçeğini umursamamış, bu gerçekle yüzleşince de bir an önce hesabı isteyip oturduğum masadan aceleyle kalkmıştım. Fazla alkollü olduğum günlerde eve yürüyerek gitmeyi tercih ettiğimden o gün de öyle yaptım. Rüzgârın insan yüzüne çarptığında ayıltıcı bir etkisi var. Bu etkisinden faydalanmayı düşünmüş olmalıyım yine.


Köşebaşına geldiğimde Muhsin Amca’nın bahçesine vuran direk ışığından Muhsin Amca’nın yerde hareketsiz bir şekilde yatıyor olduğunu fark ettim. Şüpheli bakışlarla etrafı süzdükten sonra bahçe kapısını aralayıp girdim içeriye. Birkaç kez ’’Muhsin Amca!’’ diye seslendim ama nafile. Ya öldüyse diye de dokunmaktan korktum. Masasında bitmek üzere olan kırmızı bir şarap, boş bir kadeh, bir tabakta beş-on kadar fındık, diğer boş olan iki tabakta ise peynir kalıntıları ve kırmızı et kızartmasından sonra salınan su damlaları vardı. Muhtemelen Muhsin Amca bayıldıktan sonra sokak kedileri kalan eti çorlayarak kendi adlarına bu durumu fırsata çevirmişlerdi.


Yaklaşık beş dakika kadar, yerde baygın vaziyette yatmakta olan Muhsin Amca’ya müdahale etmek yerine olaya bir dedektif titizliğinde yaklaşıp ipuçları aradım. Sanırım bu Muhsin Amca’nın üzerimizde bıraktığı ’gizem’ durumuyla alakalıydı. Sonra baktım olacak gibi değil ve vakit kaybediyorum Muhsin Amca’yı yüzükoyun vaziyette yatmış olduğu konumdan sırtüstü yatar vaziyete getirdim. Düşmenin etkisiyle alnı kanamış, kan bir su yolu gibi göz kapağının üzerinden akmış, dudağının üst kısmında kurumuştu. Kanı görünce elim ayağıma dolaştı ve panik yaptım.



Biraz duraksadıktan sonra ilk yapmam gereken şeyi yapıp nabzına baktım Muhsin Amca’nın. Şükür ki yaşıyordu. Nicedir hissetmediğim, unutulmaya yüz tutmuş bir duygunun beynimden ayak uçlarıma doğru aktığını sezinledim. Bu duygu, rüzgârın beni ayıltan etkisinden çok daha güçlü bir duyguydu.


Hemen masaya çevrildi gözlerim. Su aradım. Muhsin Amca’nın yüzüne dökmek için bir sürahi dolusu su… Göremedim. Şarapla suyun aynı masada yer edinme olasılığının düşük yüzdesini göz ardı etmiştim o an. Panik hâli, insanın düşünme yetisine keskin bir makasla kesik atan acımasız bir hâl…


Çaresizce etrafıma bakınırken bahçedeki kırık tulumbaya takıldı gözüm ve sövdüm. Akabinde ise açık olan ev kapısı ilişti gözüme. Hızlıca kalktım yerimden ve ’Pandora’nın Kutusu’ nu aralarmış gibi araladım Muhsin Amca’nın gizlerle dolu evinin kapısını. Işıkları yakmamış olduğundan kapkaranlıktı içerisi. El yordamıyla elektrik anahtarının yerini buldum ve salonun ışığını yaktım. Sıradan bir lambanın yanmasına tanık olmak seni ne kadar heyecanlandırır diye sorsalar sonsuz kez ’’hiç’’ cevabını vereceğimi sanırdım ama hayatta asla büyük konuşmamak gerekiyormuş. Çünkü, lamba yandığı anda heyecandan ölmek üzereydim.


Lamba yanınca beklentimin dışında bir evle karşılaşmadım. Salon son derece dağınıktı. Küçük, dikdörtgen masa üzerinde bir iki gün öncesinden yahut daha da eski bir zamandan kalan bir tabakta omlet izleri duruyordu hâlâ. Tabağın yanında; boş bir sürahi, oldukça pis bir bardak ve kurumuş, yarım bırakılmış şeftali ve karpuz dilimleri…


Eski somya yatağını toplamaya lüzum görmeyenlerdendi Muhsin Amca. Bu özelliğini de kaydettim hafızama. Yastık bir tarafta, yorgan bir tarafta duruyordu. Yastığın yanı başında da eskimiş pijamaları vardı. O kadar düzensizdi ki, pijamasının üstünü ters çıkarıp da örtüsü yıpranmış yastığının yanına atmıştı sanki. Nedendir bilmem gördüklerim karşısında dağınıklığa özendim. Olduğu gibi yaşamak bu işte, çöpünü bile umursamamak gibisinden düşünürken sadece misafirlerin geldiği zamanlarda onları ağırlamak, çok kısa bir süreliğine oturup hava atmak için, sevgili eşim Gülsüm’ün aldırdığı salon takımı geldi aklıma ve dramatik ev yaşantıma tebessüm ettim. Tipik duygu geçişleri…



Bir müddet daha meraklı gözlerle ortalığı süzdükten sonra artık bir son vermem gereken meraklı hâlimi noktalandırıp sürahiyi aldığım gibi mutfağı aramaya yöneldim. Kapısı kapalı, oda olduğunu düşündüğüm yerin bitişiğindeki mutfağa girdim hızlıca. Mutfağın durumu salonu mumla aratır cinstendi. Her yer, her yerde… Mutfağı incelemek için çok vaktim olmadığından çeşmenin altına dayadığım sürahi dolar dolmaz çıktım mutfaktan. Tekrar kapalı kapının yanından geçip salona geldiğimde duvarda asılı olan fotoğrafları fark ettim.


Büyük bir merakla yaklaştım fotoğraflara. Hemen hemen hepsinde son derece şık görünümlü, smokin elbisesi ve siyah papyonuyla bazen yalnız başına, bazen kalabalıkla birlikte bir piyanonun başında poz vermiş mutlu ve kendinden emin bir adam fotoğrafı vardı. Fotoğraflara biraz daha yaklaşınca fark ettim ki bu güleç yüzlü ve şık adam Muhsin Amca’nın ta kendisiydi. Şaşkınlığım, an geçtikçe farklı bir boyut kazanmaya başladı. ’Ama nasıl olur bu?’ diye geçirdim içimden. ’Bir insan nasıl olur da bu kadar değişir, nasıl olur da geçmişiyle bu kadar ters bir hayat sürer?’ diye düşündüm kendi kendime. Gerçekten de gördüklerimden sonra Muhsin Amca’nın sırlarla dolu bir hayatı olduğuna tam manasıyla kanaat getirdim. Ve o sır perdesini aralamaya bir adım daha yaklaştığıma da…


Epey alkollü olduğumdan Muhsin amcanın dışarıda baygın vaziyette yattığını sıklıkla unutuyordum. Fotoğraflara uzun süre hayran hayran baktıktan sonra Muhsin Amca’nın bahçedeki durumu geldi aklıma. Neredeyse koşarak çıktım salondan. Muhsin Amca’nın yanına geldiğimde inler gibi sesler çıkardığını duydum. ’Kendine geliyor olmalı!’ diye sevindim. Bir elimle boynunu hafifçe kaldırdım ve diğer elimle de bir sürahi suyu boca ettim Muhsin Amca’nın yüzüne. Suyun etkisiyle fal taşı gibi açıldı gözleri. Bir kedi yavrusu gibi tedirgin gözlerle baktıktan sonra ’’N’oldu bana?’’ diye sordu. ’’Bilmiyorum Muhsin Amca. Geldiğimde burada baygın bir vaziyette yatıyordun,’’ dedim. Kısa bir süre düşündükten sonra ’’Tansiyonla ilgili bir durum sanırım. Düşmüşüm. Demek ki düşünce de kafamı yere çarptım,’’ dedi, gayet sakin bir tavırla. ’’Hadi, tut elimden de yavaş yavaş ayağa kalkalım ve seni yatağına yatırayım,’’ dedikten sonra, Muhsin Amca’ya elimi uzattım.




Muhsin Amca elini uzatmayınca söylediğimi duymamış olduğunu düşündüğümden sol elimle, yavaşça sağ elini tutmaya yeltendim. Büyük bir öfkeyle geriye çekti elini. Neden böyle bir tepki verdiğini düşünmeme mahâl vermeden ’’Kör müsün, sağ elim protez. Madem bir iyilik yapacaksın diğer elimden tut ve kaldır beni,’’ dedi. Şaşkınlığıma ’üzüntü’ denilen lanet bir duygu daha eklendi o cümleyi duyduğumda. Sonrasında da öfke… Kendimden nefret ettim. Burnumun dibindeki insanlara karşı olan duyarsızlığıma sövdüm saydım içimden. Sonra tekrar benden medet uman Muhsin Amca’ya döndüm. Sağ kolu sağlam olsa da refleks olarak sol koluna girdim ve ayağa kalkmasına yardımcı oldum. İçeriye götürmek için hareketlendiğimde bahçedeki masasını işaret ederek ’’Sandalyeme oturacağım, henüz şarabım bitmedi,’’ dedi ve tam ben bir şey söyleyecekken konuşmama fırsat vermeden sözlerine devam etti: ’’Sakın bana akıl vermeye kalkma ve sakın bana acıma. Şimdi sana dediğimi yap ve beni sandalyeme oturt.’’


Muhsin Amca’yı sandalyesine oturttuktan sonra önemli bir devlet büyüğüyle oturacakmışım gibi bir heyecan yapıp evden sandalyeyi kaptığım gibi oturdum karşısına. Laf sokacak diye beklerken ’’Dolapta bir şarap daha olacak, onu da al gel hadi,’’ dedi. Bu davete icabet ediyor olmaktan dolayı dünyalar benim oldu o an. Mutfağa girince şaraptan önce tentürdiyotu aradım ama bulamadım. Çekmeceleri karıştırırken pamuk ve yara bandına rastladım. Sonra şarapla birlikte kendime de bir kadeh alıp çıktım mutfaktan. Salonda fazla aranmadan camekânlı vitrinde kolonyayı da buldum ve pamuğa bolca kolonya döküp bahçeye çıktım.


Muhsin Amca oturduğu sandalyesinde çok bitkin görünüyordu. Şarabı masaya koydum ve alnındaki yaraya baktım. ’’Abartma!’’ diye terslese de hafifçe kan sızan yarasını temizleyip kolonyalı pamuğu üzerine bastırdım ve yara bandıyla bantladım. ’’Tamam, geç otur hadi,’’ dedi yorgun bir sesle. Tam karşısına oturup yüzüne baktım. Yorgun yüzünü fotoğraflardaki güleç yüzle kıyaslamaya kalktımsa da beceremedim. Beceremedim çünkü bu kıyaslama işine apayrı iki insan için girişmiştim adeta.


Kendisine dikkatli gözlerle bakmamdan sıkılan Muhsin Amca ’’Eee, bütün gece böyle bakışıp duracak mıyız? Şarabı ne zaman kadehlere doldurmayı düşünüyorsun?’’ diye sordu. Masadan kovulmamak için Muhsin Amca’nın her sözünü emir telakki ettiğimden şişenin mantarını çıkarttığım gibi şarabı usta bir garson hüneriyle döktüm kadehlere. Fakir masamıza bakınca gülümsemek geldi içimden ve usulca güldüm. Güldüğümü Muhsin Amca görsün istemedim ama bu yersiz gülüşüm kendisinin gözünden kaçmadı. ’’Çok mu içtin sen bu gece?’’ diye sordu aniden. Gerçekten çok içmiş olsam da sıradan bir gülüşten bunu nasıl anladığını öğrenmek için ’’Evet ama bunu nasıl anladın ki?’’ diye bir soru yönelttim. ’’Bunu anlamayacak ne var ki, çoktan öfori durumuna geçmişsin sen,’’ dedi. Bu cümlesine kadar gerek huysuzluğuyla, gerek yalnızlığıyla, gerekse de kendimizce cahil olduğu düşüncesiyle küçümsediğimiz Muhsin Amca, hayatımda ilk kez duyduğum bir kelimeyle, ’’öfori’’ yle, beni daha ilk hamlesinde mat etmeyi başardı. Muhsin Amca ilginç olduğu kadar bilgili ve donanımlı olduğunun sinyalini ilk adamakıllı cümlesinde vermiş oldu böylece.


Afalladığımı anlayan Muhsin Amca daha fazla küçük düşmeyeyim diye düşündüğünden olacak, ’’Sen sabahleyin işe gitmeyecek misin? Saat kaç oldu, hadi sen evine git, ben de biraz daha oturur sonra yatarım,’’ dedi, bir baba şefkatiyle. Muhsin Amca’yla sohbet ediyor olmanın verdiği hazla bütün uykum kaçmıştı. ’’Hiç uykum yok Muhsin Amca, ayrıca uykuyla da pek aram yok,’’ diyerek onunla oturmak isteğimdeki kararlılığımın sonuna kadar arkasında durduğumu açıkça belli ettim kendisine.


Kesik kesik konuşmalarımızın ardından ortama bir müddet sessizlik hükmetti. Sonra Muhsin Amca, ’’Ne diyorlar benim için mahallede? Yaban ya da yontulmadık bunağın teki mi yoksa kendini beğenmiş, ukala, sevimsiz bir moruk mu?’’ diye sordu. Aslında dediklerinin hepsi doğruydu ama ’’Yooo, ne münasebet, olur mu hiç öyle şey Muhsin Amca? Bunlar nasıl kelâmlar öyle?’’ diyerek geçiştirdim sorusunu. Bana inanmadığından gülümsedi. Onu, kendi silahıyla vurmanın tam da vakti diye düşünerek ’’Bak, sen de öfori oldun Muhsin Amca. Sen de olmadık yere gülüyorsun,’’ dedim. Anlamını bilmediğim bir kelimeyi, daha düne kadar hiç konuşmadığım Muhsin Amca’ya karşı kullanmanın şaşkınlığını yaşıyordum. Muhsin Amca’nın öfori kelimesini benim anlamsız yere gülmemden dolayı söylediğine dair bir tahmin yürütüyorken dayanamadım, ben de güldüm. Bir müddet karşılıklı gülümsedik.


Konuşmazken Muhsin Amca saatine baktı ve ’’Bak evlat saat artık gecenin ikisi. Biraz daha oturup evlerimize dağılacağız. Ve bu gece ettiğimiz muhabbet noktasına virgülüne kadar aramızda kalacak. Sabah olduğunda da yine eskisi gibi birbirimizi tanımazdan gelip yaşamaya devam edeceğiz. Ne sen bu bahçeye adımını atacaksın ne de ben müşkül duruma düşsem de senden yardım isteyeceğim, anlaştık mı?’’ diye sordu. Kadehteki şarabımı tek fırtta içip bitirdikten sonra ’’İyi ama böyle bir şeye ne gerek var ki? Zaten yıllarca birbirimizi tanımadan, tek kelime etmeden, ruhsuzca yaşadık. Üstelik aynı sokakta. Bak, elinin protez olduğunu bile daha bu gece anlayabildim. Bu çok vahim bir durum değil mi?’’ dedim. Hazırcevaplıkta üstüne olmayan Muhsin Amca, ’’Bugüne kadar yaşadık, ölmedik. Bundan sonra da pekâlâ yaşayabiliriz. Zaten şunun şurasında kaç yıllık ömrüm kaldı ki? Sen soruma cevap ver, cevabın evet ise kadehini doldurabilirsin. Yok, hayır ise sana iyi geceler olsun,’’ diyerek şartları tamamen lehine olan bir anlaşmayı imzalamaya mecbur etti beni. Orada oturmayı çok istediğimden hiç düşünmeden ’’Tamam, dediğin gibi olsun Muhsin Amca,’’ cümlesi bir çırpıda aktı dudaklarımdan.


Ben şarabımı doldururken Muhsin Amca:


’’Ben eski bir piyanistim evlat.’’ diye başladı söze. ’’Uzun yıllar Fransa’da yaşadım. Paris başta olmak üzere; Bristol, Atina, New York, Basel, Lviv gibi pek çok şehirde, sayısız konserler verdim. Sahneye çıktığımda kalabalık karşısında büyüleniyordum. Konserlerimin Moskova ayağında Rus bir kızla tanıştım ve ona sırılsıklam aşık oldum. Mektuplaşmalar, sık sık ziyaretler sonucunda da evlendik. Bir kızımız oldu. İnanılmaz mutluyduk. Kazancım yerindeydi. Lyon’dan muazzam bir villa satın almıştım. Fransızların bile gıpta ile baktığı bir yaşam sürüyorduk. Başıma gelen elim kazaya kadar… ’’



’’Yurt dışı seyahatleri, konser hazırlıkları, konser günü stresi hayli yıpratıyordu beni. O zamanlar alkole bu denli düşkün olmadığımdan bir iki duble viski içiyordum ama yine de bir türlü kafa dağıtamıyordum. Eve dönünce eşimin ilgisi bile zaman zaman rahatsız ediyordu beni. Stres atmanın değişik yollarını denerken Villeurbanne’de tesadüfen bir marangozla tanıştım. O da Türk’tü. Boş kaldığım ilk fırsatta dükkânına gidiyor, ona yardımcı oluyordum. Kısa zamanda çok iyi iki dost olduk Fikret’le. Yine yurt dışı turnesinden döndüğüm bir gün çok yorgun olduğum hâlde bir türlü uyku tutmadı. ’Fikret’in dükkânına gidip bir şeylerle oyalanmak iyi gelir.’ diye düşündüm. Fikret de yüklü bir sipariş aldığından beni görür görmez sevinçten boynuma atladı. Cidden yardıma ihtiyacı vardı. Yorgun olduğumu anladığından bana geri hizmet mahiyetindeki işleri verse de kabul etmedim. Tezgâhın başına, kontrplakları kesmeye geçtim. Nasıl olduysa kuş tüyü yastığımda uyuyamayan ben, tezgâhın başında uyuklamışım. Derin bir acıyla uyandığımda artık her şey için çok geç olduğunun farkına vardım. Testere, sağ elimi kesip atmış. Olayın sıcağına durumumun vahametini anlayamadım. Fikret’in telaş içindeki yardım çığlıklarını duyuyor, hareket edemiyordum. Donup kalmıştım.



’’Fikret, ilk olarak hastaneye telefon etmek yerine bana yardımcı olmayı denedi. Talaş artıklarının zemini kaplamasından ötürü sürekli sapsarı bir hâl alan dükkân zemininin bir kısmı kopan elimden dolayı artık kırmızı bir renge bürünmüştü. Ambulansın ne zaman geldiğini ve bana ilk müdahalenin ne zaman yapıldığını hatırlamıyorum desem yeridir. Olaylar kesik kesik. Hastaneye kaldırıldığımda doktorlar ’Çok geç kalmışsınız, kopan el işlevini yitirmiş,’ dediler. Bu cümleden sonra kâbus gibi bir hayatın başlangıcında olduğumu anlamam çok vaktimi almadı.’’



’’Hastane maceram bitince dışarıda beni çok daha zor bir hayatın beklediğini biliyordum. İlk başlarda dost ziyaretleri, sanat çevresinden tanıdık simaların tesellileri derken avundum bir süre. Sonra kendimle baş başa kaldığımda aslında yapayalnız olduğumu anladım. Alkole verdim kendimi, uyuşmak istedim. Beynim uyuşsun da geleceği hiç düşünmeyeyim istedim. Öyle de oldu. Sorumsuz, alkolik, huysuz bir adama dönüştüm. Evin içinde bağırıp çağıran, eşyaları kırıp döken bir adam olunca da eşim kızımı da alıp ailesinin yanına, Moskova’ya döndü.’’



’’Eşim, kendi ailesinin durumları çok iyi olduğundan benden boşanırken toplu iğne dahi talep etmedi. Tek celsede boşandık. Artık kendimi daha da yalnız hissediyordum. Neredeyse koskoca Lyon’da tek yakınım Fikret’ti. Fikret de benim dibe vurmamdan dolayı kendini sorumlu tutuyordu sürekli. Yanına her gidişimde yüzündeki mahcup ifade içimi burkuyordu. Bir süre sonra marangoz dükkânından da elimi ayağımı çektim. Bir zamanlar etrafımda pervane olan insanların hepsi artık acır gibi bakıyorlardı bana ve daha da kötüsü kınıyorlardı da… Daha fazla Lyon’da duramayacağımı anlayınca villamı satıp Türkiye’ye döndüm. Bir dostum aracılığı ile de bu kelepir evi satın aldım. Fransa’dan Türkiye’ye dönerken uçakta; ’insan neden korkar yalnızlıktan? Neden illaki yanında birisi olsun ister? Derdine, kederine, sevincine, neşesine mutlaka birisi ortak olmak zorundadır sanki. Hep öyle olmasını umar. Oysa yalnızlık dünyanın en onurlu duruşu. İnsanın, dünyaya karşı en cesur biçimde, asice dikilişi. Okyanus sularının geri çekilmesi gibi evrene asil bir kafa tutuş biçimi yalnızlık,’ diye geçirdim aklımdan, bembeyaz bulutların üzerindeyken.’’


’’Türkiye’ye yerleştiğimde riyakâr insanlarla dolu bir çevreye sahip olmaktansa yapayalnız yaşamaya, hayatımın kalan kısmını bir başıma idame ettirmeye karar verdim. Bu kararımı sen bu bahçeye girene kadar da başarıyla uyguladım. Şu an hiçbir şey yapmıyor olsam da hâlim vaktim yerinde şükür. Sattığım villanın parasının çoğu duruyor hâlâ. Fransa’da da uzun yıllar çalıştığımdan dolayı iyi kötü bir emekli maaşı bağladılar. Her ayın altısında sabah erkenden gidip çekiyorum bankadan. Aç değilim, açıkta değilim. Paraya da çok ihtiyacım yok açıkçası. Hatta biliyor musun, buraya gelip tamamen yapayalnız kalınca söz yazarlığına bile başladım. Çok eski bir arkadaşım sayesinde şarkı sözlerimi ünlü sayılabilecek isimlere satıyorum ara ara. Oradan da iyi kötü kazanıyorum yani. Hem parasından ziyade radyolarda, televizyonlarda kendi yazdığın sözlerin şarkı olarak söylenmesi gururunu yaşıyor olmam yetiyor da artıyor bana. Şunu da söyleyeyim ayrıca, insan yalnızlaştıkça üretkenleşiyor. Bak piyasaya. Hangi ünlü şarkıcı evlendiyse çekildi piyasadan, üretkenliği bitti. Kısacası, ’nerde çokluk, orda bokluk.’ Hindistan’ı düşünsene. Adamların bir milyarı aşkın nüfusu var. Peki ya refah seviyeleri, takdir edilecek bir başarıları, her anlamda insanlık adına olumlu bir hamleleri?.. Ama bak avuç içi kadar Norveç’e, Finlandiya’ya, İzlanda’ya… Başarılı olmak için yalnız kalmak, acı çekmek, olgunlaşmak şart. Başarılı olmak için az olup da öz olmak şart! Her başarılı erkeğin arkasında kıl varmış, tüy varmış hikâyelerini geçeceksin bir kalem. O, başarılı olunca öyle. İşler bir tepetaklak gitsin, görürüm ben erkeğinin arkasında kasım kasım kasılan o kadınların götünü.’’


Muhsin Amca konuştukça ben dumur oluyordum. Epey bir süre ne soracağımı bilemedim. Hikâyesini kadınlarla kapattığından dolayı ’’Eski eşin ne oldu peki? Tekrar evlendi mi acaba?’ gibisinden tamamen gereksiz bir soru sordum. ’’Bir İngiliz atasözü der ki: ’Kediyi merak öldürür!’ Saatlerdir sana hayatımın özetini anlatmaya çalıştım, sen kalkıp bana ne soruyorsun? Ama madem sordun cevap vereyim. İnan bana, eski eşimi hiç düşünmüyorum desem yalan söylemiş sayılmam. Sadece zaman zaman mutlu olmasını temenni ediyorum, hepsi bu. O da düşündüğümden değil, ağız alışkanlığından ileri geliyor. Ben hiç kimse hakkında kötü konuşmadım, konuşamam da. Yani kısacası ayrıldığım eşim de gerçekten mutluluğu sonuna kadar hak eden birisiydi. Ve ümit ediyorum ki inşallah kızımı da layığıyla yetiştirmiş ve büyütmüştür,’’ dedi. Bunca güzel cümleden sonra çok söz söylemenin ahkâm kesmek olacağını bildiğimden ’’İnşallah,’’ dedim ben de, ’’inşallah…’’


Sabah yeli omuzlarımı okşayınca çaktırmadan saatime baktım ve saat tamı tamına 04.11’di. Muhsin Amca saatime baktığımı görünce ’’Kaç olmuş saat?’’ diye sordu. ’’Dördü on bir geçiyor,’’ dedim. ’’Ooo, epey olmuş yavaş yavaş kalkalım artık. Sen de evine git, dinlen,’’ uyarısıyla kalkalım mesajını verdi. Hiç gitmek istemesem de masanın üstündekileri toparlayıp mutfağa götürdüm ve Muhsin Amca’nın koluna girerek yatağına kadar ona refakat ettim. Onu yatağına yatırıp üzerini örttükten sonra kapıyı işaret ederek ’’Emin misin Muhsin Amca. Yarın, gerçekten bu kapıdan içeri girmemi istemiyor musun?’’ diye sordum. Sorumdaki kurnazlığı anlayan Muhsin Amca ’’Sadece yarın değil evlat, hiçbir zaman istemiyorum. Ben yaşadığım hayattan son derece memnunum,’’ cevabıyla, kocaman bir set ördü önüme. ’’Ama bu haksızlık! Bunu kendine yapmaya hakkın yok. Yazmış olduğun şarkı sözlerini gündüz, yalnızken de yazabilirsin ayrıca. Ne olursun en azından haftada bir gün gelmeme, seninle sohbet etmeme izin ver. Yalnızlığın bu kadarı da çok fazla,’’ diyerek, kapıdan çıkmadan önce son kez şansımı denedim. Muhsin Amca kızgın bir ses tonuyla: ’’Üç günlük seyisliğin var kırk beş günlük at bokunu karıştırıyorsun. Yalnızlık iyidir diyorsam, iyidir. Kapıyı dışarıdan ört,’’ diyerek, tatlı dilden anlamayan beni yarı tatlı bir üslupla evinden kovdu.


İçim burkulsa da bana söylenildiği üzere kapıyı dışarıdan örttüm ve evimin yolunu tuttum. Gülsüm, uykusunun en tatlı yerinde olduğundan onu uyandırmamak için salondaki kanepeye kıvrıldım sessizce. Böylelikle Gülsüm’le evlendiğimizden bu yana ilk kez ayrı yatıyorduk. Saate baktım 04.39’du. Kendimi inanılmaz yorgun ve uykusuz hissediyordum. Kapanmakta direten gözlerimi son bir hamleyle aralayıp iş yerindeki en yakın arkadaşıma mesaj attım:


’’Bizim ufaklık rahatsızlandı. Bütün gece hastanedeydik. Sabah ben gelemeyeceğim. Sana zahmet şefe söyleyiver, beni izinli göstersin.’’


Yatar vaziyette olsam da yazdıklarımla ayaküstü bir yalan uyduruvermiştim. Uykuya dalarken Muhsin Amca’ya sonuna kadar hak verdim. Yalnızlık, yalnız kaldığım ilk anda bana rahat bir uyku sunmak adına çarçabuk beni üretken bir adam yapmıştı bile. Her ne kadar bu üretkenlik olumsuz manada olsa da…