Ne zaman zora girse ruhum, yani sığmayacak ve hatta taşacak gibi olduğunda bedenimden, güz rüzgarlarında savrulan bir yaprak gibi, dalgaların seyrine kapılan yamalı sal gibi, yani taşmak üzereyken... Kelimelerim ifade yeteneğimin ne kadarından teşekkül şu an bilmiyorum ama yazmam gereken birkaç satır var. Bu yalnızlık öğretti bana yazmayı. Bir de aldanmışlık. İkisi birbirinden keskin iki ayrı kılıç... Yalnızlık ve hüsran. Tecrübe öyle kolay mı?
İçimdeki fırtınalara göğüs gerdim kendimi bildim bileli. Hiç kimse oynatmasa içimdeki dolu dizgin tayları, soluksuzca ben koşturdum çatlatana kadar. Üstelik her şey bittiğinde, sular durulduğunda yani, tıpkı bir ozan gibi ağıtlar dizdim bu kanlı taylara. Delikanlı çağlarım her zaman kalemimin üzerinde. Bana öyle bakma.
Kazanmayı seviyorum ben. Kaybetmeyi de öyle. Kazançlarımı pek çabuk unutmuşumdur insan olmanın ahvaliyle. Ancak kayıplarım taze duruyorsa aklımda bunca zaman, yani yasa böyle ise nefes diye solunan... Yani işte. Bazen zehirlidir edilen her kelam. Dengem dengini dengesizliğimden buluyor inan. Sözde o kadar oturaklıyım, bilirim konuşmayı zaman zaman. Fakat içimde sarsılan bir arz var hiç durmadan, kendiyle konuşamayan bir adam var araya kağıt ve kalemi sokan. Halbuki o kadar da hukukumuz var...
İstemezdim böyle olsun. Ama istedim de. Bazen kaybetmek gerekir üstelik zafere böylesine yakınken. Çünkü her zafer elde edilesi değildir. Bazı zaferler başkalarının nasibidir. Kaç zaferi servet diye dağıttım zafersizlere? Kaybettiklerim benim dağıttım servetimdir. İstemedim ama istedim de.
Basit ama etkili cümleler kuruyorum anlayasın diye. Bilmiyorum kimsen şimdi karşımdaki, yani ben belki uyuyor, belki gülüyor belki yürüyorken öylesine, yani buradaysan eğer... Boş versene. Çok bile geldin buraya kadar.