1998 yazı

Helena, geyikliden kalkan feribotla geleceğine ve yalnızlığına geri dönüyordu. Martı sesleri, gökyüzünde azalırken o feribotun kimseyi barındırmayan uç kısmına oturmuş, elindeki kara kaplı defteri sıkıca tutmuş, büzüştükçe büzüşmüştü. Ürkek kuşlar gibi nereye konumlanacağını bilemez halde denizi seyrediyordu. Dalgalara kapılmak ardında bıraktığı sevgililerini bu dalgalarla boğuşurken bir an unutmak istiyordu. Çünkü zihni ve kalbi iki erkek için atıyordu ve bir saniye gözlerinin önünden ikisi de silinemiyordu. Biri masum bir çift göz diğeri hüzünlü bir çift göz yüreğini delip geçerken mavilikler geride kaldı ve feribot Bozcaada’ya demirledi kendini. Ben de demirleyeceğim kendimi bu adaya ve bir an olsun çıkamayacağım buradan diye düşündü. Çıkamayacaktı. 


2022 yazı


— Bozcaada’nın rüzgarı ve dalgası eksik olmaz Teo, geceleri taş sokaklar ve bembeyaz rum evlerinin civarında gezmeli, bahçeden sarkan begonvil ve zakkumların mis kokusunu içine çekmelisin.

 

Dünya, Cansel’i görür görmez yanına gelmiş, çocukluk arkadaşına sarılıp özlediği günlerin acısını çıkarmıştı. Yanındaki adamı biraz sonra fark edip soru sorar bakışlarla Cansel’e döndü. Teo Cansel’in yakın arkadaşıydı ve İstanbul’daki iş yoğunluğundan biraz olsun kaçmak için arkadaşıyla beraber adayı ziyarete gelmişti. Kız, önceki hayatında Teo’nun Yunan heykeli olabileceğini düşündü. Aşık olmak için 1.5 dakika yeterlidir diye okumuştu bir yerde ve işte o yanılsamayı karnında hissediyordu. Duygularını eliyle bastırıp:

— Sizi Çiçek pastanesine götüreyim, adanın ünlü pastanesi. Orada kahvaltı eder sonra da bizim otele geçeriz. 

Dünyanın babası, Bi Salkım Bozcaada otelinin sahibiydi. Öldükten sonra oteli çekip çevirmek annesine düşmüştü. Pastane’ye vardılar, burası kavala kurabiyeleri, dondurmalarıyla her mevsim adanın gözbebeğiydi. Hikayesi de ilginçti. Dedelerden biri Rize’den kalkıp Rusya’ya gitmiş orada fırıncılık yapmış, 1917 ihtilalinden sonra ülkeye geri dönmüş Bozcaada’yı ziyaretinden sonra burayı çok beğenerek burada kalarak adaya bu güzel pastaneyi kazandırmıştı. Yazar Hakan Günday da bu ailedenmiş. Bu ailenin şiire ve müziğe düşkünlüğünü içeri adım atar atmaz klasik müzik çalan piyano köşesi ve duvarlarındaki şiirlerden anlayabilirsiniz. Dünya bunları anlatırken Teo, kendi işkolik genlerini düşündü. Babası ve dedesi her zaman çalışmış, sanata yeterli vakti ayıramadan ömürlerini tüketmiş insanlardı. O da isterdi aşık olmayı ve mehtaplı bir gecede sevgilisine şiirler okumayı ancak henüz bir aday dahi yoktu. Şiir de bir yanılsama ve zaman meselesiydi. 


Günler huzur ve otelin rum kokusuyla içine dolarken -evet rumların kendilerine özgü huzurlu bir kokusu vardı- Teo, dönüş için hazırlıklarını tamamlamıştı. Dünya’nın aşkına karşılık vermiş ancak ona şiirler okuyamamıştı, belki bir sonraki gelişimde ben de karnımdaki o hisse vakıf olurum diye düşündü. Her şey bir zaman meselesiydi eğer zaman da bir yanılsama değilse. Dünya kapıdan içeri girmiş, annesinin Çanakkale’den döndüğünü ikisini tanıştırmak istediğini haber veriyordu. Lobi’ye ilerlediler, evrak işlerine gömülmüş bir kadın kafasını kaldırdı ve işte o yanılsama Teo’nun karnına hücum etti. Yanılsama sadece karnında değildi, zihnini de zorluyordu. Çok eskiden seninle uyumuş, kafamı göğsüne yaslamış, sen bana hikayeler okumuştun diyecek oldu kadına. Kadın yani güzel Helena ya da geçmiş hayatında Yunan tanrıçası da cam gözleri ve bembeyaz ruhuyla Teo’ya aynı şaşkınlık ve samimiyetle karşılık veriyoru. İşte o gözler, sevgilimin gözleri, geride bıraktığım, canım oğlum diye geçirdi içinden. Dizleri titredi, ilerlemek istedi ancak dünya sallanıyordu, tıpkı feribottaki gibi, dalgalar vuruyor, her yer sallanıyor ve geçmiş olanca ağırlığıyla üzerine çöküyordu. Dünya’nın sesi: 

— Anne, sana bahsettiğim arkadaşım Teo, dediğinde taşlar yerine oturdu. Dünya’nın bahsettiği çocuğun adı Teo’ydu, nasıl anlamamıştı, geride bıraktığı oğlu karşısındaydı ve kızı ona aşık olmuştu. Teo elini uzattığında o genç adamın boynuna sarılıp kulağına, “Nazım, iyi mi?”diye fısıldadı. Teo, şaşırmıştı. Kadının gözlerine baktı ve tanımaya çalıştı. Aşk zannettiği bu çok eskiden beri seni tanıyorum hissi, meğer bambaşkaydı. Güzel Helena, babasının ellerinden kaçırdığı -aldattığı için- o kadındı. Annem öldükten sonra beni bebekken kucaklayan 5 yaşına dek büyüten ve sonra bizi terk eden, güzel Helena. Başlangıçta iki kere terk edildiğim için çok kızmıştım ancak daha sonra babamın çalışma masasında Helena’nın mektubuna rastlamış her şeyi anlamıştım, diye düşündü Teo. 



2023 yazı


Teo, feribotun bir an önce adaya varmasını diliyordu, güzel Helena hücrelerini saran bir kansere yakalanmıştı ve ona en büyük armağanı götürmek için heyecan duyuyordu. Babası Nazım, gergin ve heyecanlı bir halde yanında oturuyordu. Teo’nun elindeyse Helena’sının kara kaplı defteri… İçinde babasına yazılmış şiirler ve defterin en sonuna düşülmüş Konstantin Kavafis’ten bir şiir:


Bu oda - ne kadar iyi bildiğim bir yer burası.

Şimdi bu da, bitişik oda da işyeri olarak

kiralanmış. Acentelerin, tüccarların,

şirketlerin yazıhanesi olmuş bütün ev.

Ah, ne kadar bildik bir yer bu oda.

Bir divan vardı kapının yanında,

onun önünde bir Türk seccadesi;

hemen yanında, üzerinde iki sarı vazo duran raf.

Sağda, hayır, karşıda, aynalı bir dolap.

Ortada yazı yazdığı masa

ve üç büyük hasır iskemle.

Pencerenin yanında yatak dururdu,

üzerinde kaç kez seviştiğimiz.

Hala buralarda olmalı bütün o zavallı eşya:

Pencerenin yanında yatak dururdu;

ortasına kadar gelirdi ikindi güneşi.

... Bir ikindi saat dörtte ayrıldık,

yalnız bir haftalığına... Ah, ah,

bir türlü sona ermedi o hafta...

O hafta sona erdi sevgili Helena, biz artık hiç ayrılmamacasına bir aile olacak ve mehtaba karşı şiirler okuyacağız diye düşünürken defterden bir sayfayı yere düşürdü. Helena’nın el yazısıyla yazılmış bir mektup. 


“Sevgili Teo, canım oğlum, geçmişe baktığımda seni geride bıraktığıma öylesine pişmanım ki ama yaşam bilinmezliklere ve yepyeni güzelliklere gebe. Adaya ilk geldiğimde her şey boğucu ve karanlıktı, beni aydınlatan tek şey baban ve senin gözlerindi. Sonra birden gözlerinizin yerini alacak bir çift göz buldum ve adada güneş açmaya yolum tekrar aydınlanmaya başladı. Ben biyolojik anne olamadığım için ve seninle tattığım bu duyguya meftun olduğum için Tanrı bu güzel duyguyu bana hiç ummadığım bir anda yeniden yaşattı. Dünya, yanlarında çalıştığım ailenin kızıydı ve annesini kaybettiğinde senin gibi bir bebekti. Ona anne oldum, dünya oldum, belki evreni bile olabilirdim ancak zaman bir yanılsama ve bize hiç ummadığımız anda yanılsama olmadığını ispat etmeye çalışıyor. Kulağımdaki gong sesi, vaden doldu diyor, öleceğimi biliyorum. Aşk, söylediğin gibi bir yanılsama değil, aşk aynı kaderi paylaşan insanların birbirlerini tesadüfen bulması ve birbirlerine şiir olabilmeleridir. Dünya sana o şiiri verebilir, dünya benim ellerimin şifasını sana sunabilir, sen de onun güvenli limanı olabilirsin. İkiniz de birbirinize emanetsiniz, mehtaplı gecelerde bana da Kavafis şiirleri yollayın. Sizi seven Helena.”