... ile bir kasım gününü paylaştı. Klasik bir kasım günü değildi. Dağılmış kâğıtların arasına kaçan her bir düşünce kırıntısının peşine düşecek hali yoktu, bunlar için fazla büyüktü. Ancak ...'nin bakışları; leylakların usulca salındığı bir bahçede beyaz, sert tabanlı ayakkabılarının altına bulaşmaktan başka hiçbir amaca hizmet edemeden ölmüş çimlerin üzerinde dolanır gibi huzurla dolanıyordu kâğıtların arasında.
Gözlerindeki aç ifadeden her bir düşünce zerresini yutmaya hazır olduğu anlamı çıkarılabilirdi eğer umursamazca, şımarık bir çocukmuşçasına salladığı omuzları olmasa. Oysaki gözlerindeki aç ifadenin kaptığı hiçbir zerrecik ruhuna ulaşamazdı onun, kadının verdiği ruhsal doygunluğun ve aidiyet hissinin avcısı değildi.
...'yle, bir kasım sabahında, daracık bir odada duruyor ve genişçe bir salonda veya bahçede salınan Jane Austen romanlarında okuyabileceğiniz iki karakter gibi görünüyorlardı. Ancak klasik bir kasım günü değildi.
Kadın, ...'nin ne kadar cüretkâr olabileceğini hesaplayamamıştı, bu yönden olağanüstü bir sabahtı. "Aşk," dedi. Kadın, ...'nin çıplak göğsüne dikilmiş bakışlarını, dağınık masanın üzerine ağırlığını vererek onun gözlerine çevirdi. "Anlamadım seni."
Yalandı, anlamak istemiyordu çünkü bunun ardına gelebilecek bir felaketin esaretine katlanabilecek kadar geniş değildi yüreği. Göğsünü daraltmak için sıktığı ipler elini kanatmaya başlasa da tutuyordu, hayatı buna bağlıydı çünkü. Sevgiden bahseden, ondan en yoksun olandı yine de her zerresi sevgiden oluşmuş olanın zar zor daralttığı göğsünü genişletmek için var gücüyle zorluyordu.
Ellerinde; bir anda zail olacak olmanın bırakacağı tahribatla bilenmiş keskin bir alet vardı. Hiç bırakmıyordu onu. Ancak gözlerinden akan saf keskinlik halis değildi. Gözleri, sadece kadının ellerinde sıkı sıkı tuttuğu iplere değil, o ipleri tutan ellerin üzerine eklemlendiği bileklere dikiliydi. Sanki sınırlar genişlediğinde sahibiymişçesine yayıldığı topraklar üzerinde ilk rüzgarda dağılıp gidecek karahindiba olduğunu söylemeyecekmiş gibi.
... biliyordu anlaşılmadığını çünkü anlaşılsaydı, çoktan çiçek açacaktı bu kadının gönlünde. Tek bir kısa nefesin dağıtabileceği karahindiba.
"Bu kadar şey yazıyorsun ama hepsi acı!" Okuduklarındaki isyanın yaratıcıyı gücendirdiğine inanıyordu. Yaratıcının, bir başka yaratıcı olarak atadığı biriyle karşılaştığını anlayacak açıklığa sahip değildi. Hep yoksun kalacaktı.
Hızla yataktan doğruldu ve gözlerini bir saniye bile kadının gözlerinden çekmeden ona sokuldu. "En son ne zaman güzel bir şey yazdın? En son ne zaman içini titreten bir hissi, içini titreten birini, bir aşkı mesela... En son ne zaman bunları yazdın?"
"Çok oldu." dedi kadın duraksamadan çünkü gözlerine bakıyordu. ...'ye karşı ne düşündüğünü henüz çözememişti ama o sabahı paylaşmalarının tek sebebi onun gözlerine baktığında hiçbir düşüncesini eğip bükememesiydi, ondan kaçamamasıydı. İplerin her an elinden kayıp gidebileceği hissinin onu korkutup adrenalini körüklemesi ve kısa bir süre de olsa yaşadığını hatırlatmasıydı.
Oysaki adamın yanında, yaşadığını tamamen unutsa dünyadaki tüm şerri yaracak bir aydınlığa sahip olacağını bilmiyordu. Bazı hisleri vardı ancak her zerresiyle yine de insandan başka hiçbir şey değildi. Sevgi. Acı. Ziyan. Doyumsuzluk.
Onu kendi yarattığına benzetiyordu. ...'nin algılarının asla kavrayamayacağını bildiği bir gerçeklikti bu. Bilseydi, anlayabilseydi, tüm kendi çabalarına rağmen gerçek yaratıcıya en yakın varlığın bu kadın olduğunu görecekti. Belki de hayal kırıklığı olmak yerine hayal kırıklığı yaşayacaktı. Asla erişemediği o nokta, mahvına yol açacaktı.
Bakışlarındaki parlaklık, vahşi ve doymak bilmez açlık, kadını, bugün burada tutuyordu.
İçini titreten bir his aradı. İçini titreten birini aramadı çünkü aklına gelecek kişiden korktu, aklına gelirse bir istilacıya dönüşmesinden ve asla gitmemesinden korktu. ... ise daha çok korkuyordu bu soruyu sorarken kadının aklına gelebilecek kişiden çünkü o kişinin kendinin tam anlamıyla bir üst versiyonu olduğunu ancak asla o potansiyeli gerçekleştiremeyeceğini içten içe biliyordu.
Bunu dillendirmediler çünkü kendi korkusunun üzerinde olan tek şey kendine duyduğu güven ve karşısındaki kadına hissettiği yoğun tutkuydu. O yüzden uzanıp kadının bir elini yakaladı ve çıplak omuzuna koydu.
Omuzlarından açılan salyalı bir ağız, koca dişler kadının bileğini olduğu yerden koparana kadar en fazla bir köz kırpımlık zaman geçmişti.
Sıkı halatlar, kırbaç gibi vızıldayarak kadının ellerinden kaydı. Artık derdi, hissettiği karmaşanın ötesinde ellerinden kaçıp giden halatlarını yakalayabilmekti. Bilekleri zaten zamanla incelmişti, onu düşünecek vakti yoktu. Yine de adamın omuzlarından çıkan dişlerin arasında parmaklarının ona kısa bir selam çaktığını gördü. Kadının arkasındaki mekan ve zaman büküldü, değişti, taşlar ve parkeler çatladı, yer yarılıp açıldı, çirkinleşti.
Süzülmeye başladı. Üstelik böyle olacağını biliyordu.
Süzülmeye başladı. Tek derdi, ışıktan iplikçiklere bölünen sıkı halatının ...'nin gözlerinde gördüğü keskin ışık zerreciklerine benzer bir biçimde parçalanıp yağmur gibi yağmaya başlamasıydı.
Bu zamana kadar onu koruyup kollamasını umduğu ipler, yağıp doldurmayacaktı içine süzüldüğü yarığı. Zaman zaman parçalandığı yerlerden onu tamir edip sağlamlaştırmıştı. Halbuki biliyordu her zaman, bu beyhude bir çabadan öte değildi.
"Nereye gidiyorlar, nereye gidiyorlar?" diye inledi, arkasındaki uçuruma doğru süzülürken uzaklaşan yüze doğru. Mesafe ne kadar artarsa, yukarda kalan adamın gözleri o kadar keskinleşti, o kadar parladı. Düşüşün yarattığı sızılardan daha büyük sancılar yaratıyordu.
Düşüş, belki de ağır süzülüş, süresince ...'nin omzularından açılan ağzın geri tükürdüğü sol bilek hızla aşağı savruldu. Yutulsa, sindirilemeyecek bir akrebe dönüşecekti midesinde.
"Nereye gidiyorlar?" diye inledi. "Aşağı, seninle beraber." dediğini duydu adamın.
"Bu nasıl olabilir?" Kalan son elini kurtarılmak umuduyla yukarı kaldırırken aşağı düşüşü yıkıp geçebileceğine inandırıyordu yaşama içgüdüsü onu. Söylemiştik, onu meydana getiren her neydiyse sonuçta bir insandı.
Gözlerin parlaklığı arttı ve yayılan beyaz ışık, kopan uzvundan süzülen sıvıyla kırmızıya boyanmıştı. "Çünkü ben ittim." dedi adam ve ışık, kadını yuttu.