Gözlerimi açtığımda kendimi karanlığın içinde buldum. İnanılmaz bir insan uğultusu vardı ama en küçük bir ışık bile yoktu. Birinin koluma dokunduğunu hissettim. Hemen ardından birisi omzuma sertçe çarpmıştı. Dehşet bir kalabalığın içinde olmalıydım. Bulunduğum alanda bir kapının açılma sesi yankılandı. Yavaş yavaş açılıyordu ve çok büyük bir kapı olmalıydı. Aynı zamanda kapının ardından içeriye loş bir ışık giriyordu. Işık alanın çok küçük bir kısmına etki ediyordu ancak salonun ne kadar büyük olduğunu anlamama yetti. Gerçekten inanılmaz bir kalabalık vardı. Kapının hemen önünde bulunan insanlar yavaş yavaş kapıdan içeri giriyor ve arkadaki kalabalık öne doğru yavaşça hareket ediyordu. Kapı tekrar kapanırken salonun duvarlarında sonsuz tane sıralanmış televizyonlar açıldı. Televizyon ekranına yansıyan kamera bir sis topluluğunu çekiyordu. Sislerin arasında siyah bir kapüşonlu cübbe giymiş bir adam kameraya doğru yaklaşıyordu. Kamera yüzünü net alamıyordu. Kafasını hafifçe eğip bir şeyler söyledi. Söyledikleri çok net duyuluyordu ama anladığım kadarıyla Latinceye benzeyen garip bir dildeydi. Sözleri bitince çok çok arkalardan aynı dilde yakarışlar ve ağlama sesleri duyuldu. Bu sırada siyah cübbeli adam yine konuşmaya başladı. Bu sefer dili Arapçaydı. Adamın sözleri bitince bir grup daha gırtlaktan gelen seslerle bağrışmaya ve ağlamaya başladı. Ardından televizyon görüntüsü değişti. Şimdi siyah bir fötr şapka ile takım elbise giymiş ve sakallarını her iki yanından örmüş bir adam sol eliyle bir asayı sürekli yukarı aşağı sallayarak mutlu mutlu bir şeyler söylüyordu. Arka planda yemyeşil çimenlerle dolu bir alan ve mavi gökyüzünün ortasında sapsarı parlayan ve etrafa renk renk ışınlarını saçan güneşten başka bir şey yoktu. Adamın garip bir dille söylediklerini duyan garip giyinimli tuhaf adamlar önlerine geleni ezerek ite kaka televizyon bulunmayan tek alan olan kapının önüne geldi. Kapı yavaş yavaş açıldı ve tuhaf adamlar salondan dışarı çıktı. Ardından kapı tekrar kapandı. Yaklaşık 10 dakika hiçbir şey olmadı. Karanlığın ortasında bekliyorduk. Gerçi belki de 10 dakikayı geçmiş, belki de 10 dakikaya yaklaşmamıştı bile. Zaman kavramımı yitirmiştim. Bu süre zarfının dışında kapı tekrar açıldı ve bir grup insan daha kapıdan içeri girdi. Kapı önündeki bağrışmaları duyabiliyordum fakat çok fazla yankılandığı için pek bir şey anlamıyordum. Kapı kapandıktan sonra bir süre daha öylece dikildik. Yanımdaki insanlarla konuşmaya çalışıyordum ama hiçbiri Türkçe ya da İngilizce konuşmuyordu. Salondaki sesler ve yankılar zaman geçtikçe daha da artıyordu. İçeride milyonlarca insan olmalıydı. Bir süre sonra salondaki hoparlörden garip bir dilde bir şeyler okunmaya başladı. Bu dil az önce televizyonda konuşan şapkalı garip adamın diline çok benziyordu.
Kapı bir daha açıldı ve birkaç kez daha. Gittikçe kapıya yaklaşıyordum. Kapının bulunduğu alanla aramda belki binlerce kişi vardı ama çok yakın görünüyordu. Kapı bir kez daha açıldığında içeride insanlara içeri girmelerini işaret ederek ‘’dukhul dukhul’’ diye seslenen kısa saçlı pürüzsüz bir yüze sahip kız mı yoksa erkek mi sesinden anlaşılamayan birisi vardı. Kapıya yaklaştıkça ona benzeyen birkaç kişi daha görünüyordu. Burası bomboş daha küçük bir odaydı. Karşımızda bir kapı daha vardı. Bu da diğer kapı gibi bordo zemin üzerine ters yönde köşelerinden başlayarak diğer köşeye doğru x çizen 2 siyah çizgi üstüne kapının boyuna denk bir siyah çizgiyle motiflenmişti. Çizgilerin etrafında altın renginde daha ince çizgiler vardı. Bu kocaman kapı çok zaman geçmeden açıldı ve mahkeme salonuna benzeyen bir salon daha belirdi. Salondan içeri girdik. Mahkeme salonuna benzemekle birlikte aynı zamanda bir kiliseyi de andırıyordu. Kapı gibi burada ki pencereler de tepesi oval yapılmıştı. Pencerelerin üstünde aynı kapınınki gibi çizgiler çizilmişti siyah boyanmış tahtalarla. Pencereler sayesinde içeriye ışık giriyordu. Bunun dışında başka bir ışık kaynağı yoktu. Hepsi birbirine benzeyen cinsiyetsiz insanlar bize salondaki sandalyelere oturmamızı işaret ettiler. Biz otururken içimizden birisini çekip ortadaki boş alana ittiler. Bu sırada hakim sandalyesinde oturan beyaz saçlı, beyaz sakallı yaşlı bir adam elindeki tokmağı vurdu ve sessizliği sağladı. Bu ortada duran adam birazdan yargılanacaktı ve anladığım kadarıyla sıra bize de gelecekti. Yaşlı adamın hemen arkasında koca bir ekran belirdi. Ekrandaki ortada bekleyen adamdı. Bir mağazanın kazak reyonundaydı ve eline aldığı kazağı gizlice çantasına attı. Sonrasında başka bir görüntü belirdi. Adam çıplaktı ve karşısında yine çıplak bir kadın ona gel işareti yapıyordu. Ekran birkaç kez daha değişti ve işlediği günahları bir bir yansıttı. Yaşlı adam sordu:
-Bir savunman var mı? -ya da o tarz bir şey, Almancam çok iyi değildir-
Adam kekeliyordu. Hatta o kadar çok kekeliyordu ki konuşamıyordu. Yaşlı adam kafasıyla bir işaret yaptı ve cinsiyetsiz varlıklar onu kollarından yakalayıp sürükleyerek sağ taraftaki kapıya götürdü. Kapı açıldı. Kapının arka tarafı zifiri karanlıktı.
Ardından ortaya başka bir adam getirildi. Ekranda savaş görüntüleri vardı. Eski komünist İspanyol bayrağı dalgalanıyordu. Başka bir görüntüde adam ölü bir askerin kamuflajından birkaç ekipman almıştı. O sırada bir askerin hareket ettiğini fark edip tabancasıyla vurmuştu. Birkaç görüntü sonra ise ‘’Ai Carmela!’’ eşliğinde bira içerek kutlama yapıyorlardı.
Yaşlı adam İspanyolca bir şeyler söyledi. Ortadaki adam da İspanyolca karşılık verdi. Adam bir süre konuştuktan sonra aynı varlıklar adamı kollarından yakalayıp sürükleyerek götürdüler.
İspanyol’dan sonra yaklaşık 20 kişi daha geçmiş, hepsi de ekrandaki hızlı slayt gösterilerinden sonra sürüklenerek götürülmüşlerdi. Koltuklar boşaldıkça salona yeni insanlar geliyor, döngü sürekli sağlanıyordu.
Bu sırada ortaya yeni bir adam çıktı. Ekran yine açıldı. Silahlı çatışma vardı. Adamın etrafında ki arkadaşları peşmergeye benziyordu. Birkaç sahne geçti. Adam karşısındaki askerlere ateş açıyordu. Yaşlı adam ‘’Savunmanı dinliyorum.’’ dedi.
Adam cevap vermek için biraz düşündü.
-İnsanları zevk için öldürdüğümü mü zannediyorsunuz? Kendi ırkımın yaşayacağı kendi devletimi istiyorum. Bunu kendim için değil dostlarım, ailem için istiyorum. Üstelik bana bu yolda şehit olacağım söylendi. Ne yani verdiğim emeklerin karşılığını alamayacak mıyım?
Yaşlı adam bir süre sustu. Sonra ‘’Sen kendi aklın ve vicdanınla mı bu karara vardın, yoksa senin bekânı dahi düşünmeyen devlet adamlarının kışkırtmasıyla mı?’’ dedi ve devam etti. ‘’Eğer ki dinimi yaymak için savaşmış olsaydın sana şehit derdim ama sen devletin için Müslümanlarla savaşırken öldün!’’ Sonra cinsiyeti belli olmayan varlıklar -sanırım melek oluyorlar- bu adamı da kollarından tutup götürdüler.
Şimdi başka bir adam çıktı ortaya. Ekrandaki görüntüler teker teker geçmeye başladı. Adam Amerikalı olsa gerekti ki görüntülerin çoğu New York’taydı. Adam şaşırmışa benziyordu. Hafifçe güldü ve savunmasını yaptı. ‘’Varlığına dair hiçbir kanıt yokken bizden sana inanmamızı bekleyemezdin! Senin buyruklarına uyan insanlar yıllarca cahillik içinde süründü. Kim ki sana başkaldırdı, bu dünyada farklılık yarattı. Bu varlığının dahi kötü olduğunu göstermez mi? Şimdi de canice herkesi azarlıyorsun! Biz senin egonun ürünleri miyiz? Güya kutsal kitaplarında kendini övüp duruyorsun. Mantıklı bir açıklaman var mı?’’
Yaşlı adam sinirlendi ve şapkalı garip adamların kullandığı garip dille meleklerine bağırarak bir şeyler söyledi. Melekler de apar topar adamı kollarından tutup götürdü. Sıra bana gelmiş olacak ki bir melek bana dokundu ve boş alanı işaret etti. Ayağa kalktım ve alana doğru yürüdüm. İçimde haklı bir ürperti vardı. Yıllarca merhametiyle, cömertliğiyle bildiğimiz Tanrı yarattıklarını birkaç bahaneyle aşağılıyordu.
Şimdi özelim, her şeyim ekranda belirecekti. Buradaki herkes görecekti. Bu doğru bir şey değil ki! Ekranda yaşadığım hemen her şey kısa bir sürede belirdi. Ve yaşlı adam sordu:
’’Bir savunman var mı?’’
‘’Neye?’’
Neye bir savunmam var mı? Sıradan bir insan gibi yaşadım ve Tanrı’nın da istediği gibi dini hiç irdelemedim. Az önce kollarından tutup götürdükleri ateist gibi benim de hiç kimseye bir zararım olmadı. Beni neden yargılıyorlardı peki?
‘’Neden yaptığım iyilikleri görmüyor da sadece işlediğim günahlardan söz ediyorsun?’’
Yaşlı adam saatlerdir bu cevabı bekliyormuş gibi heyecanla cevap verdi.
‘’Sen sevap işlediğinde bunu cennete gitmek için, mükafatlandırılmak için yaptın. Ben kitapta derim ki karşılık beklemeksizin iyilik yapın. Ama günahlarını sadece kendi bencilliğin yüzünden işledin. Bu yüzden bunlardan ötürü cezalandırılman gerekiyor.’’
’’Peki.’’ dedim. ‘’Bizim işlediğimiz günahlar seni neden bu kadar ilgilendiriyor? Neden bizi cezalandırma isteği duyuyorsun? Seni neden alakadar ediyor?’’
Ben sözlerimi bitirdikten sonra hemen cevap verdi:
-Çünkü seni ben yarattım.
-Neden yarattın? Madem yaptığım her şeye ceza verecektin o zaman beni neden yarattın? Madem beni yaratıp kaderimi yazacaktın o zaman, neden yarattın?
İçimi bir korku kaplamıştı. Sanırım bundan kurtuluş yoktu. Ebedi ceza çekecek hiçbir şey yapmamıştım ama yıllarca canice cezalandırılmak istemiyordum.
Yaşlı adam sinirlenmişe benziyordu.
-Sen benim kararlarımı nasıl sorgularsın gafil! Koca yaratıcını nasıl sorgularsın? Hadsiz!
O sırada cinsiyetsiz melekler(!) beni kollarımdan yakalayıp sağ taraftaki kapıya sürüklediler. Kapı açıldı ve içerideki zifiri karanlığa yaklaştığımı beş duyu organımla da duyumsamaya başladım. Karanlığın sessizliğini duyuyor, hiçliğini görüyor, içeriden yayılan mutlak havasızlığı, kokusuzluğu burnumun içinden fark ediyor, karanlığa yaklaştığımı her yanımda hissediyor, o karanlığa yaklaştıkça dilimin ve damağımın içerisi kadar karardığını duyumsuyordum. Kollarımdaki melekler ile içeri girdik. Soldaki sağdakine gülerek farklı bir dilde bir şeyler söyledi. Sağdaki ise cevap vermedi. Bir süre yürüdük. Yol boyu solumdaki melek susmadı. Ya konuşuyor ya da şarkı söylüyordu. Hafiften yeşil gaz bulutlarının ve çirkin olmayan fakat güzel de diyemeyeceğimiz bir kokunun hakim olduğu bir alana girdik. İlk kokuyu fark etmem ve yeşil gaz bulutunu görmemle birlikte bir yokuşu çıkmaya başlamıştık. Etraf yeşil sisler dışında simsiyahtı. Sis bulutu biraz olsun çevreyi aydınlatıyordu ama ben hemen yanımdaki melekleri bile doğru düzgün göremiyordum. Uzun süre yokuşu çıktık. Biz çıktıkça yeşil bulutlar ve koku daha da sıklaşıyor ve artıyordu. Yokuşun sonuna gelmiş olacağız ki zemin düzleşmişti. Üstelik yeşil bulutlar ve koku seyrekleşmeye başlamıştı. Az ileride hafif bir ışık kaynağı gördüm. İlerledikçe fark ettim ki aslında hiç de hafif bir ışık kaynağı değil, aksine çok güçlü birkaç ışık kaynağıydı fark ettiğim. Ama çok uzaktaydılar. Saçtıkları ışık sayesinde yokuşun tepesindeki diğer insanlar bile fark edilebiliyordu. Tepenin epey aşağısında yüzlerce kapı vardı. Kapılar yarım çember çizecek şekilde dizayn edilmişti. Sağ taraftaki kapılar farklı tonlarda kırmızı ışıklar saçıyordu. En öndeki kapı diğerlerinden çok daha büyüktü. Onun hemen solundaki masmavi ışıkları huzur saçan kapı onunla aynı boyuttaydı. Bu mavi ışıklar saçan kapının da diğer kapı gibi arkasında yarım çember çizerek dizilen minyatürleri vardı.
Solumdaki melek cebinden bir kağıt parçası çıkardı ve kahverengi pantolonumun cebine koydu. Aynısını sağ taraftaki melek de yaptı. Solumdaki melek, ‘’Buna sakın bakma, aşağıda lazım olacak.’’ diyerek beni uyardı. ’’Bunlar nedir?’’ dedim. Sağımdaki melek sükûnetini yine bozmadı. Soldaki melek cevapladı. ‘’Dünya’da işlediğin günahlar ve sevaplar bu kağıtlara endeksli.’’ Ve sonra her ikisi de yokuştan aşağı inerek gözden kayboldu. Şimdi burada cennet ve cehennem kapılarını izliyordum. Kim olsa kafayı yerdi. Ama zaten herkes buradaydı. Cennet kapılarından içeri giren tuhaf giyinimli din adamları ve cehenneme sürüklenen insanlar… Hepsi buradaydı. Sıra bana da gelecekti. Binlerce melek geri kaçmaya çalışan insanları yakalayıp cehennem kapılarından içeri atıyordu. Din adamları ise siyah fötr şapkalısıyla, cübbelisiyle, sarıklısı sakallısıyla şen şakrak cennet kapılarına yürüyorlardı.
Önümdeki kafile kapılara doğru yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı. Kaçış yoktu… Her şey buraya kadardı.