Suyun dibindeki yosunlara karışan dağınık ışık yansımalarını billurlaşmış balıklar olarak düşlüyordu. Birbiri ardına uçuşan serçelerin balıkları yakalamak uğruna pes edişlerini görüyor; kulak verdiği müziğin tınısında, esen yelin yonca yapraklarını dans ettirişini izliyordu. Neye ait olduğunu kestiremediği gölgeleri de ayrı bir seviyordu. Dönüp de bakmazdı adlandırmak için gölgelerin aynasına. Yalnız gölgeye bakar, yalnız izlerdi. Sırtında hissettiği hararetin gölgesi gibi, güneşe de bakamazdı. Çırılçıplak gezinmek isterdi. Rüzgarı teninde duymak, titremekti arzusu. Çakıl taşlarını takunya tabanlarında yoklamaktansa topuklarında yaşamı tatmak istiyordu. Uçsuz bucaksız dehlizin seyrine dalarken düşüncelerinde kayboluyordu. Dalgaların yarattığı çatlakların arasından kimse mesul değildi. Akış dalgayı oluşturuyordu. Sükunet saklı bir akışta kısa çatlaklar, savruk bir akışta uzun ve derin çatlaklar... Çatlaklar dalgayı... Yaşamın çekirdeğindeki boşlukları neden doldurmak gerek görür kimileri? Bırakalım o da adıyla yaşasa ya... Manasının algısında yitip çatlakları travma yaratıcısı olarak gören biz... Ya travmayı önleyiciyse o boşluklar? Dalgalar olmadığı vakit uçuşanlar derindeki balıkları nasıl sezer, balıklar suyun üstündeki hayattan nasıl haberdar olurdu? Nasıl da o hayata karışmak istermişçesine raks edişleriyle büyülerdi balinalar... Çatlaklar gölgeyi taşır, gölgeler çatlaklarda hayat bulur.