Ertesi gün, yatağımda çırılçıplak uyanıyorum. Aklım, bin bulantının arasında kendi adını hatırlamayı ancak becerebiliyor. İsimler ve olaylar, bir bir çehreme düşüyor. Anlamak hiçbir zaman bu kadar güç olmadı. Vücudum uyuşuk bir şekilde, yatakta bir sağa bir de sola dönüyorum. Kendime gelebilmek için yapılabilecek bütün eylemleri gerçekleştiriyorum. Ancak uyuşukluk geçse de baskının izleri tenimde kalıyor. Koridorda yürüyorum. Yalpalıyorum da ancak bir türlü yere yıkılmıyorum. Gözlerim ince bir buğu perdesini tutuyor. Pencerenin perdelerini açıyorum, buğu perdesi ise alev alıyor ve kendimce, günaydın dünya, diyorum. Günaydın! Bugün Adem’den bir farkımın olmadığını anlıyorum. Ya kalbim ya da karnım bir şeyler söylemeye başlıyor. Bir gurultu ya da ince bir acı. Hangisinin hangisi olduğuna karar vermek güç ama bundan önce kendimi cezalandırmayı tercih ediyorum. Soğuk suyu defalarca suratıma çarpıyorum. Kızarıyorum... Utancımdan ya da pişmanlığımdan değil ama tam manasıyla uyanmış oluyorum ki, daha önceleri yalpalayan bedenim bu hamleden sonra dik durmayı becerebiliyor. Bugün günlerden cumartesi, ayıpların ya da günahların günü. Gerçeklikten kopabilecek kadar ince bir bağ ile bağlı olan toplumun eğlence günü. Çoktan bağlarını toplumdan koparan ben ise gerçeklik ile hayal arasında bir yerdeyim. Kendi evimdeyim. Tam olarak ait olmanın ne demek olduğunu bilemiyorum. Bilmek ister miydim, merak edemiyorum. Bütün hissettiklerim bir önceki günün yansımasından ibaret. Hâl böyle olunca duyularımın keskinliği her yansımada biraz daha azalıyor. Ya gerçekten yaşım ilerliyor ve artık büyüyorum ya da bu dünya beni tatmin edebilecek kadar büyük bir yer değil. İlerleyen yaşım ve ağırlaşan günahlarım kalbimdeki bütün iyiliği yok ediyor. Belki de bugün, kalbim bundan dolayı acı çekiyor. Adını bilmediğim veya adını koyamadığım bütün ıstıraplar bedenimi tane tane ateşe veriyor. Bugün, ertesi gündür artık ve düne dönme şansım yok. Buzdolabına yöneliyorum, kapağını açtığımda ise tek bir düşünce geçiyor aklımdan, o da, buzdolabındaki düzeni hayatımda bulamadığım oluyor. Kendime yetebilecek kadar meyve ve sebzeyi çıkartıyorum gün yüzüne. Renkleri içinden gümüş çiziklerle parça parça, lime lime ediyorum. Ardındansa yiyecekleri kendi kırmızılığımda kaybediyorum. Ruhum bir kara delik, bedenim ise onun giriş kapısı.