Uzakları seyrediyordu genç adam. Yanında duran, onu yaşlı gözlerle seyreden genç kadına dönüp bakmaya korkuyordu. Gözünden akan yaşları koluyla sildi.


“Ceplerim karış karış asık suratlar. Sadece var olmak istedim: Var olmak! Bunca haksızlığın, bunca onulmazlığın, bunca paramparçalığın tam ortasında sana sımsıkı sarılıp gökyüzünü tek nefeste boyayacağım bir var olmak. Çok mu şey istedim? Evet, bence bu asırda var olmayı istemek dünyadaki her şeyi istemeye denk. Bir gülümsemenin sebebi olmak, çalınacak bir kapının arkasında bekleyen gözlere umut ışığı olmak, hiç beklenmedik bir anda gelen hediye kutusunun içinden çıkan bir fotoğraf olmak… Olmak güzel de, oldurabilmek imkansız. Yalan, yalan, yalan! Yalansız hareket eden bir kişi bile yok. Çevir gözünü doğaya; ağaçların, hayvanların, bulutların gözünün içine doğru bak. Bir tanesi bile yalan söylemez, bir tanesi bile sırtından vurmaz. Ama insan öyle mi; kibrin pençelerine sımsıkı sarılmış, gözlerini kan bürümüş, yalnız ve yalnız kendini düşünürken bir kaşık suda boğuyor sevdiğini söylediği neyi varsa. En kötüsü de, bu dünyada insana bahşedilmiş en büyük nimetle sana yalan söylüyor: gözyaşıyla. Tek tek koyuyor mermilerini şarjöre utanmadan, sıkılmadan! Sonra bir bir ateşliyor umarsızca. Katil uzakta değil yanı başında. Katil tanıdığın bütün simalarda, bütün yüzlerde. Kandığın bütün yalanlarda katil senin de içinde.”


Bir an durdu ve düşündü. “Kalbim,” dedi genç adam, “Kalbim artık doğru tartmıyor yüklerini, terazisi bozuldu. Ne kadar uğraşsam da sağlayamıyorum dengesini. Bulanık bir camın arkasından gökyüzüne bakıp hayalimin içine saklanmış bulutları seçmeye çalışıyorum. Onca kalabalığa, onca mesafeye, onca zamana sığan ruhum sığmaz oldu şu zayıf bedenime. Artık varlığın bir fayda etmez, zaten faydanın ne olduğunu sorsan da bilmem. Zamanımı ellerinin arasına koydum ve bunca yolu gözlerinin içine bakarak yürüdüm. Şimdi sen bana gelmiş ciğeri beş para etmez bir yalnızlık bahşediyorsun. Ben yalnızlığın ne olduğunu bilmiyor değilim, sadece şu koskocaman boşlukta, şu kendinden bile korkan, elleri insanların acımasızlığına hapsedilmiş dünyada seninle bir düşe inanmak istediğimden yalnızlığa set çektim. Bir annenin evladına gösterdiği sevgisi ve emeği değildi belki. Belki bir babanın kızının elinden sımsıkı tutup onun için dünyaya karşı duruşu değildi. Belki fiyakalı sözler söyleyen bir şairin dizeleriyle bezenmiş bir şiir de değildi. Ama her şeyden öte bu hissettiğim, gönlümü yerinden oynatan sana delicesine tutulmuş benliğimin zelzelesiydi. Bir darben yetti bunca yıla birikmiş enkazın altında kalmam için. Şimdi hiçbir fotoğrafın çerçevesinde, hiçbir denizin kıyısında gülümsememi bulamayacaklar inan bana. Sen beni öylesine ezdin ki, ayaklarının altındaki toprak bile böyle bir yükün altında kalmamıştır. Milletler birbiriyle savaşmamıştır benim aklım ve kalbimle savaştığım kadar. Kazananı olmayan bir muharebe bu. Yurdumdan edildim, bilmediğim diyarların, bilmediğim gönüllerin mültecisi oldum senin yüzünden. Bir senin dilini anlamıştım, ya da anladığımı zannetmiştim. Oysa şimdi hiç kimsesizliğin yaşantıma diktiği bayrağın gölgesinde arıyorum yarım bıraktığın soruların cevabını.”


Nefesi kesildi konuşurken genç adamın. Susuzluktan kuruyan boğazı öksürüğünü tetikledi. Birkaç kez öksürdükten sonra nefesini toparladı. “Biliyor musun,” dedi, “Böyle yarım bir hayatı yaşamaktansa ölmeği yeğlerdim. İnsan kalbini bir kere kaybetti mi bir daha yerine koyamazmış. Şu binaların tepesine çıkıp içten içe yükselen bu sessizliğimi haykırmak istiyorum. Yalnız bir kere olsun sana olan inancımın kapısında dizlerimin üstüne çöktüm. Yanlış olmadığını, yanlış yapamayacağını düşünerek ellerinin ortasına koydum kalbimi. Bir ceylan yavrusu gibi her şeyden ve herkesten ürkerek taşıdığım kalbimi gözlerimi bile kırpmadan sana emanet ettim. Duygularım, düşüncelerim, kaygılarım, umutlarım… Yağmurlu bir akşamüstü gözlerimin haresinden çıkıp gittiler adını bile bilmediğim sokakların kaldırımlarında. Varılacak bütün kapılar suratıma kapandı, gidilecek bütün yollar üzerime çöktü, tutunacak bir dal bile kalmadı.”


Elinde tuttuğu çiçeği havaya kaldırıp şöyle bir baktı ve devam etti:


“Sedef çiçeğinin hikayesini bilir misin, hani şu yaşlı çiftin arasında geçen. Adam ve kadın birbirlerini çok seviyorlarmış. Bu çift evlendikten bir süre sonra kadının boynunda kireçlenme rahatsızlığı çıkmış. Doktora gitmişler, doktor adama karısının uzun süre boyu uyursa boynundaki kireçlenmenin çok artacağını bu yüzden geceleri karısının uykusunun bölünmesi ve bir süre hareket etmesi gerektiğini söylemiş. Adam karısına bir gün sedef çiçeği getirmiş hediye olarak. O günlerde de tesadüfen çiçek kurumaya başlamış. Bunu gören adam karısına her gece çiçeği sularsa çiçeğin kurumasının geçeceğini söylemiş. Böylece her gece karısı çiçeği sulamaya kalkıyor ve bu durum rahatsızlığının ilerlemesini engelliyormuş. Sonra adam her gece karısı yattıktan sonra uyanıp çiçeğin suyunu boşaltıyormuş. Çünkü sedef çiçeği gece sulanmayı sevmezmiş. Sırf karısının rahatsızlığı ilerlemesin diye elli yıl boyunca her gece kalkıp çiçeğin suyunu boşaltmaya devam etmiş. Bu hikayeyi neden anlattığımı sorarsan, şimdi fark ettim, meğer sen de bir sedef çiçeğiymişsin. Sevginin iklimine yabancı olduğunu bilmeden yıllarca sulamışım gönül bahçeni. Ben suladıkça gönlün kurumuş, yaprakların dökülmüş, bu acımasız haline dönüşmüşsün.”


Elindeki çiçeği tepeden aşağıya doğru fırlattı, boşlukta süzülüşünü seyretti.


“Bir gün olur da geçmişi özlersen bu tepenin başına gel, çiçeklerden birini kopar ve avuçlarının içinde sıkıca tut onu. Yapraklarının her birinde şarkılara sığınmış acı yüklü kervanlar göreceksin. Aylarca karaya ayak basmamış bir gemi kaptanın aylar sonra bir limana yanaştığında toprakla buluştuğu anda giderdiği özlemi hissedeceksin. Hafif ve narin bir ezgi eşlik edecek kulaklarına, göz çeperlerin gökyüzünün umuduyla buluşacak. Sonra ciğerlerine bir parça şiir dolacak nefes aldığın anda. Yayını germiş ve ruhunun boşluğuna saplanan dizeler… Hani idam sehpasına giderken ardına son kez bakan mahkumun yüzünde yersiz bir gülümseme olur, acının tatlı tebessümü derler. Aslında hiç de tatlı bir tebessüm değildir o, zift gibi zehir zemberek bir gülümseme… İşte o dizeler damarlarında akmaya başlayacak ve bilincin seninle oyunlar oynayacak. Zamanın kum fırtınalarını ellerinle tutmak, kaybettiğin yüzleri aramak, tekrar tekrar bulmak isteyeceksin. İşte o anda avuçlarını aç ve çiçeğe uzun uzun bak. Avucuna batan dikenlerini hemen çıkarma canın yansa da. Umudunu o acının içinde bulacaksın. Ve sakın dikenleri var diye onu hor görme, zaten hayat da dikenli bir çiçek değil midir?”