Alışılagelen bir geceden farklı olarak karanlığın rengi daha bir koyuydu bu gece. Yıldızlar daha mı parlaktı? Yoksa karanlığın koyu tonu mu onlara kendilerini göstermelerinden başka bir çare bırakmamıştı? Bütün bu düşüncelerinin arasında T, gözlerini en parlak görünene sabitledi. Ne kadar gereksiz düşüncelere kapıldığını fark etti. Sanki bir düşmanı onun boğazını elleriyle sıkıyormuş gibi hissettiren bu düşüncesinden hemen kurtulmak istedi. "Bunu hep yapıyorum." diye fısıldadı kendine. Fısıltısı, kendine kızarcasına sert ve hırsını ses tellerinden alırcasına hırıltılıydı. "Düşünmem gereken ne kadar çok problemim var... Oysa ben hepsinden kaçmak için yıldızları düşünüyorum.” Gerçekten de birçok sorun ile gelmişti buraya. Gelme nedeni onlardan bir an olsun kurtulabilmek değildi üstelik. Hepsini sessiz sakin bir yerde rahatça düşünebilmek istemişti. Aslında hiç kaçmak istemediği halde bir an olsun farklı bir şeyler düşünmek onu rahatlatmıştı. Kendine kızarak haksızlık ettiğini düşündü. Havanın buz gibi olması ve her tarafın bembeyaz, karlar altında olması pek umurunda değil gibi görünüyordu. Bembeyaz karlar ışığı yansıtıyordu. Gece olmasına rağmen sanki ay ışığı yerden yükseliyordu gökyüzüne. Karların bu kadar parlak olması onu yine düşüncelere gark etti. “Ne kadar parlak bir yeryüzü.” dedi. Bu sefer huzur doluydu içi. “İnsanlar bu aydınlık havada bu güzelliği kaçırıyorlar. Neden hepsi evlerinde…” Ev, onun geçmişinden gelen bir acısını hatırlatmıştı ve cümlesini tamamlamaktan kaçındı. Sanki biriyle karşılıklı konuşuyormuş ve önceki söylediğini unutturmak istermişçesine, konuyu değiştirmeden farklı bir cümle kurmaya çalıştı. "İnsanlar artık eğlenmeyi bilmiyorlar." Onun kış hatıraları çok bambaşkaydı. İnsanlar kar yağdığı zamanlar ailecek dışarıya koşarlardı. Küçük çocuklar kardan adam yapmaya uğraşırlardı. Büyükler, küçüklere kartopu atarak belki ertesi günü hasta olmalarına neden olacak ıslak bir savaşa onları da dâhil etmek için kışkırtırlardı. Her şeye rağmen çok güzel anılardı bunlar. Gerçek olamayacaklarına inanacak kadar eskilerdi hatta. Geçmişi düşünmekten kaçmak için etrafına göz gezdirdi. Hızlı hızlı, ne var ne yok, kitabın sayfalarına göz atarmışçasına etrafına bakındı. Üstü karlarla örtülü kudretli bir ağaç... Gözlerini hemen yakınlarda bulunan başka bir ağaca çevirdi. Onun yakınında daha küçük bir ağacın altında kuzgun karları eşeliyordu. Vakit kaybetmeksizin başka tarafa çevirdi gözlerini. Çöp kovası, bank, ağaç, güvenlik kulübesi, volta atan bir güvenlik, öpüşen çift... Herhalde bu havada sizi dışarıda tutabilecek iki neden var diye düşündü. Birincisi, bunun için birilerinin size para vermesi. Bir diğer sebep ise ancak aşk olabilirdi. Zaten çılgınca olan ne varsa hep sebeplerden biri aşktı. Kafasını meşgul edecek bir düşünceye dalmamak için yıldızlardan uzaklaşmak istemişti. Bu sefer de öpüşen çift onu başka düşüncelere itti. Ağaçların arasına doğru kat ettiği yolda yalnız kalacağından emindi. Aslında, yavaş yavaş sorunlarını düşünmemek istediğinin farkına varıyordu. Onları düşünmekten kaçması onu kurtaracak da değildi. Ama engel olamadığı bir şeydi bu. Önce tamamen bütün düşüncelerini susturmaya çalıştı. Dinginleşen dimağında bir ferahlık aradı. O rahatlığa erişir erişmez en önemli olan neydi şimdi diye düşündü. Borç para bulması gerekiyordu. Hayır, bu en önemlisi değil, dedi. Birkaç gündür G'nin aramalarını göz ardı ediyordu. Bunu da geç, dedi. Başvurduğu bütün işlerden ret cevabı almıştı. Üstelik bütün bu cevaplar dolaylı yoldan verilmişti ona. Bir iş bulması gerekiyordu. Yüzündeki kocaman yarayla onu çalıştıracak bir işverene ihtiyacı vardı. İnsanlar bunu ona direk söyleyemiyordu ama nedenin bu olduğunu bilemeyecek kadar aptal değildi. Aslında birkaç kez bununla ilgili olduğu üstünkörü söylenmişti. “Yine de bir telefonla aranıp yüzünüzde bulunan yaranın neden olduğu farklı görünümünüzden ötürü size iş veremeyiz diyecek bir dürüstlüğe hasretim doğrusu.” dedi. Aslında daha önceden yaptığı gibi barda barmenlik yapabilirdi. Ama bulunduğu şehirde basit barlarda az para veriyorlardı. Lüks yerler içinde hem bir aracıya ihtiyacınız vardı hem de zamanınızın hepsini oraya feda etmeye hazırlıklı olmalıydınız. Neden bir kişiliği olabilmesi için bir gelire, mesleğe, fiyakalı kıyafetlere, ortalama bir taşıta ihtiyacı olduğunu anlayamıyordu. Saygı görebilmek için bunların olması yeterdi. Hâlbuki onun hayalleri vardı. Geçmişten aldığı dersler vardı. Kendine has düşünceleri vardı. Başka hiç kimsede olmayan, benliğini oluşturan, kendini bir kişilik haline getiren tonlarca özelliği vardı. Yüzündeki yara mesela... Aslında birçok kişi çok karizmatik olduğunu söylemişti ama bunun tatlı bir yalan mı olduğuna, yoksa bir anlığına göze güzel mi göründüğüne karar veremiyordu. Bir sorun teşkil ettiğinden kesinlikle emindi. İş bulmakta güçlük çektiğinden kaynaklı bir kesinlikti bu emin olma durumu. Birkaç arkadaşı ona estetik ameliyat olması konusunda öğüt verdi. Bütün hayatı değişirmiş. Kıyafetlerine dikkat ederse çok iyi giyinirse göze batmazmış. Birçok işe yaramaz tavsiyeler... Başta sesli bir isyanken gitgide fısıltıya dönüşen biçimde bağırdı. Neden olduğum gibi kabul göremiyorum ben? Bu dünyada değer görmek istiyorsanız kesinlikle insanların gözüne hoş gelen bir görünüme sahip olmalısınız. Aksi takdirde insanlar size bakmaya tenezzül dahi etmezler diye düşünüyordu. Bu düşüncelere önceden de sahipti, fakat şu sıralar çok kuvvetli bir düşünce halini almıştı. O kadar kuvvetle muhtemel bir yargıydı ki. İnsanların ondan nefret ettiğini düşünmesi gerekirken daha öncesinde onun insanlardan nefret etmesine yol açmıştı. Biliyorum, insanlar hak ettikleri şeylerden fazlasını hak ettiklerini düşünürler hep, dedi. Aslında bu genellemeye kendisi de dâhildi. Birçok kez başına gelenlerden daha iyisini hak ettiği yargısına varmıştı. Bu oyun böyle oynanıyordu belki de. Eğer hayatın sunduklarıyla yetinirseniz oyun biterdi. Daha fazlası için savaşırsanız oyun devam ederdi. Şimdi insanlara hak veriyordu. Nefreti biraz daha hafiflemişti. Nefret etmemesi için yeterli bir neden olarak görmemişti bunu. Nefret etmekte sonuna kadar haklı buluyordu kendisini ama ilk defa bu duyguyu hissettiği kadar güçlü bir nefret değildi artık. Peki diğer önemli sorun neydi, bir türlü hatırlayamamıştı. Parka doğru bir çember çizdiğini fark etti. Daha önceden geçmiş olduğu güvenlik kulübesi uzaktan görünüyordu. Kafasını önüne eğdi, ayaklarının adım atışlarını izleyedurdu. Sağ ayağı istemsizce öne doğru gidiyordu. Basar basmaz sol ayağı yavaşça kalkıyor, ayakkabısının topuğundan başlayarak en son burun ucuna gelene kadar yerden kesiliyordu. Sonra tümden ayağı havada kaldığı anda yine istemsizce öne doğru belirli bir mesafe kat ederek yere kuvvetli bir şekilde destek oluşturarak basıyor ve aynı işlem defalarca kusursuz biçimde tekrarlanıyor. Ha! ha! Ne kadar muhteşem bir koordinasyon, diyerek birden bir mutluluğa büründü. Sadece yürümeyi istiyordu ve yürüdüğünü biliyordu. Hâlbuki bu kadar basit bir şey yaptığını düşünürken bile onlarca kusursuz zamanlama ve hareket olması gerekiyordu. Aksi takdirde yere kapaklanmaması bir mucize olurdu. Bunca kusursuz zamanlama ve hareket, basit bir yürüme işlemi için fazla değil miydi? Olmadığı zaman bizler için bir sıkıntıyken oysaki olduğu zamanlar sadece basit bir işlemdi. Mucizelerin ortak noktası kusursuzluk değildi o zaman. Mucizenin yoksunlukla başlaması gerekiyordu. Büyük bir yoksunluk durumundan sonra basit bir olay sıra dışı görünürdü gözümüze. Yürüyebilmek sıradandı ama bundan mahrum kalmamız farklı bir durum ortaya çıkarır. Büyük bir mahrumiyetten sonra yürüyebilmek ise bir mucize olurdu bizim için. Tabii bütün bu olağanüstü durumun farkına varmak normalde sıradan olan, bütün bu kusursuz karışık hamlelerden mahrum kaldıktan sonra farkındalığa yol açardı. "Mindfulness." dedi muzipçe. Geçenlerde bir hararetli konuşmada "İnsanlar bir şeyleri kaybetmedikçe ne kadar değerli olduğunun farkında olmuyorlar.” demişti. Karşısındaki adam da aynı muziplikte "Mindfulness." demişti ona. Aklından geçen o an, ikisinin de Türkçe bildiği halde İngilizce kelime sokuşturmasının gereksizliğiydi. Sonradan kelimenin hafızasında yer etmesi ona fayda sağladığından o anda gereksiz olduğu düşüncesi, şu an adamın güzel bir şey yapmış olduğu düşüncesine evirildi. Zamanında gelişigüzel bir yabancı sözcüğü ezberlemek için ne kadar zaman harcadığını anımsadı ve minnettar bir ruh haline büründü. Güvenlik kulübesini çoktan geçtiğini fark etti. Çok uzaklarda göründüğünü hatırlıyordu. Yanından geçtiğini bile fark edememişti. Yola kadar yürümüş değildi de adeta ışınlanmıştı. Yol, arabalar defalarca üzerinden geçtiği için eriyen karların suyuyla sırılsıklam ve çamur içindeydi. Kenardan akan bir dere vardı sanki. Üstünden sıçrayarak akan suya basmamaya çalıştıysa da paçalarına çamur sıçratmaktan kurtulamadı. Karşıya koşarak geçmeye çalıştı. Tam bu sırada, hızla geçen bir araba üzerine çamur sıçrattı ve saçlarına kadar ıslaklığı hissetti. Paltosunun arkasına, sıçratılmış çamur damlaları işlemişti. Yün paltoyu çıkartıp arkasına bir göz attı ve binlerce leke kendine yer bulmuş ve yerleşmişti. Biraz geç olduğunu fark ettiği halde yine de giden arabanın arkasından bütün geç kalmışlığının hırsını alırcasına bağırdı.

—Orospu çocuğu! Biraz yavaş gitsene! Karşıdan ona doğru gelen kadın acıyan gözlerle bakarak ona doğru ağır adımlarla gelmeye başladı.

—Pardon, diyerek dikkatini kendi üzerine çekmeye çalıştı. T, bütün sinirini istemsizce kadından çıkarırcasına ne var diye sesini istemeyerek yükseltti. İstemeden sesini yükselttiğini fark edince gözlerini utanarak kaçırdığı sırada bir önceki kızgın tonlamasının ardından hiç es vermeden kusura bakmayın, diye hızlıca ekledi. Kadın, anlayışlı bir tavırla kafasını her neyse dermişçesine iki yana salladı.

—Galiba koşarken telefonunuzu düşürdünüz, dedi ve parmağıyla yolun ortasını işaret etti.

—Bakın! Orada diye bağırdı. Telefonun bulunduğu yerle ilgili hiçbir şüpheye yer bırakmazcasına adeta nişan alır gibi uzattı parmağını. T, kadınla beraber telefona doğru ilerlemeye başladı. Telefonu yerden kaldırırken telefonun hala çalışıyor olduğuna hiçbir ihtimal vermiyordu. Kadın, yardımcı olmak ve bir sohbet başlatmak istermiş gibi:

—Galiba su aldı içi, pirince yatırmak iyi geliyor diye duymuştum, dedi. T, daha önemli işleri varmış ve başından savmak istermiş gibi çok teşekkürler, bir çaresine bakarım artık, dedi ve kadına bakmaya bile tenezzül etmeden uzaklaştı. Yürürken neden her zaman kendisine iyi davranan insanlara karşı yabani olduğunu düşünüyordu? Kadının arkasından üzüntülü ve utangaç bir bakış attı. Kadının askeri bir nizamla yürüyüşü ve dimdik durması onun utangaç ve üzüntülü bakışını şaşkınlığa çevirdi. Sonuçta başkentte yaşadığı için kadının asker veya polis olması şaşırtıcı bir olay olmazdı. Bu meslekten hiçbir kadınla muhabbetinin olmaması, şaşkınlığını haklı çıkaran bir neden olabilirdi. Başına gelen bütün talihsizliklerden dolayı sıkıntılı bir ruh haline büründü. Bu, içine düşmüş olduğu durum aslında; genele bakılınca çok da önemli değildi ama adeta sabrını taşıran son damla olmuştu. Birkaç bira içmek istedi canı, belki kafasını dağıtırdı. Eskiden çalıştığı bara doğru yöneldi. Üç sokak ilerideydi bar. Adımlarını hızlandırdı. Önce ceplerini bir kontrol etti. Birkaç bira alacak parası olduğunu anladıktan sonra hızını kesmeden koşar adım ilerlemeye devam etti. Apartmanın önüne vardığında girişin nerede olduğuna baktı. Burada çalışırken de girişi hep karıştırırdı. Aynı binanın iki farklı girişi vardı ama ikisinden de farklı yerlere giriliyordu. Resmen birbirine yapışık iki bina yapmışlar. Dışarıdan tek bir bina gibi görünüyor ama içeri girmek istediğinde sana iki farklı bina olduğunu anlatmaya çalışan bir binaydı. Aslında biraz insanların ikiyüzlülüğüne benzetiyordu binayı. 4. kata çıkmak gözlerinde çok büyüdü. Buraya ucuz bira içebilmek için gelenlerin katlanmak zorunda olduğu bir işkenceydi bu merdivenler. Önce yukarıya doğru kafasını kaldırıp baktı. Sonra, buraya hızlı gelmiş olmasının verdiği yorgunlukla merdiveni ağır adımlarla çıkmaya başladı. İlk katta nefesinin kesileceğini düşünüyordu ama aksine, nefesi açılmıştı. Bayağıdır sigara içmediği aklına geldi. Nerden baksa, parkta dolandığı zamanda düşüncelerinden ve sonrasında başına gelen talihsiz duruma sinirlenmesinden dolayı aklına hiç sigara içmek gelmemişti. Normalde morali bozulunca bir tane tüttürürdü. Moralini düzelten bir ilaç olmadığını biliyordu. Dikkatini başka bir yöne çektiği için sigara bu gibi durumlarda yardımcı oluyordu. Herhalde bu gibi durumlarda havuç yeme alışkanlığı olsa bu da ona fayda sağlardı. Ama kim yanında her gün bu alışkanlığı sağlayacak kadar havuç taşırdı ki? Bu düşüncesini bir anlığına kafasında canlandırmış olması, onu dudaklarının esnediğini fark ettirecek kadar sırıtmasına yol açtı. 4. kata varmıştı ve bardan içeriye suratında kocaman bir gülümsemeyle daldı. Gözleri barın sahibi, yani eski patronunu aradı, göremedi. Belki eski iş arkadaşlarımdan biriyle karşılaşırım diye bakınmaya devam etti. Bir taraftan yüzündeki kocaman, aptalca sırıtışı yok etmeye çalışıyor diğer taraftan etrafına bakınarak barın bulunduğu bölüme doğru ilerliyordu. Bütün çalışanlar yine değişmişti. Zaten mekânda sabit çalışan kimse olmuyordu. Herkes bir bahaneyle işi bırakıyor, eğer bırakmazsa da patron bir nedenle işten çıkarıyordu. Çok ender olarak uzun süre boyunca çalışanlar oluyordu. Onlar da sürekli olarak işten ayrılıp mekân eleman bulamayınca binbir rica ve minnetle bir süreliğine çalışmaya geri dönüyordu. Arkasından birinin bara girdiğini hissettiği sırada omzuna biri elini koydu. Geriye doğru hızlıca kafasını çevirdi ve eski patronu onu görmekten pek hoşlanmış bir gülümsemeyle:

—Kimleeeer… Kimler gelmiş, dedi. 

—Hah! Hah! Uzun zamandır gelemiyorum abi, haklısın… Valla iş güç hep, biliyorsun durumlar hala aynı, koşturuyorum. Sabit bir iş bulamadım daha.

—Dert ettiğin şeye bak. Burası var ya. Şu sıralar eleman sıkıntısı da var. Dur bakalım. Telefon numaran aynı mı hala?

—Aynı abi. 

—Tamam. İhtiyaç olunca arayacağım seni o zaman. Benim bir işim var, gideceğim şimdi. Geç otur sen, keyfine bak. Bir tane tekila shot iç benden, dedi ve göz kırptı, hızlıca bir el etti barmene.

—Yakışıklı! Bu gence bir tekila shot ver benden. Benim işim var, bar sana emanet. Hadi ben kaçtım, dedi. Elini T'ye uzattı.

—Tamam abi. Çok sağ ol. Görüşürüz tekrar.

Tokalaştılar. Eski patron çantasını aldı ve tez canlılıkla apartmanın uzun koridoruna çıktı. T, barmene:

—Bir 50’lik Tuborg şişe. Bir de Arjantin bardak, dedi. Barmen birayı, bardağı ve patronun ısmarladığı tekilayı hazırlarken T, çevreye göz atıyordu. Yine her zamanki gibi boştu mekân. Zaten hafta içi sadece mekânın müdavimleri gelirdi. Onlar da belli bir saatte gelir, kapanana kadar içerlerdi. Eğer kalabalık yoksa gelen müdavimlerde sohbet ortamı bulamadıklarından patrona sararlar. Patron da yoksa birkaç bira içer beklerler, kimseyi göremezlerse yavaştan giderlerdi. Genelde hepsi birbirini tanırdı. Hafta içleri bütün kalabalığı da onlar oluştururlardı. Barmen, uzun saçlı yakışıklı bir çocuktu. Eğer mekânın müşterilerle kaynatmak yasak, kızlardan telefon numarası almak yasak, sizinle sohbet etmeye çalışan kimseyle sohbete dalmak yasak gibi hiçbir barda rastlanmayacak saçma kuralları olduğunu bilmese barmenin mekândan çok kız kaldırdığını düşünebilirdi. Ama zaten bu çocuğun, buranın üç beş müşterisine muhtaç olmayacak düzeyde olduğunu kestirebiliyordu. Barmen:

—Sen otur hocam! Ben getirim bunları masana, zaten pek müşteri yok, dedi. T, kafasını onay verir biçimde aşağı yukarı salladı ve dönüp masalara baktı. Masalar camların etrafında L şeklinde dizili duruyordu. L şeklinin uzun tarafında bulunan, en köşedeki sokağın başına kadar görebilen masayı hep sevmişti. Oraya doğru yöneldi. Yavaş yavaş yürümeye başladı. Ortada duran saçma sapan yuvarlak masaları sağlı sollu geçiyordu. Ne kadar saçma bir düzendi... Sanki hafta sonları hariç bu masalar kullanılıyormuş gibi yerlerinden asla kalkmazlardı. Hep rahatsız edici küçük engeller olarak düşünürdü bunları. Tozlarını silmek de boş iş yapıyormuş gibi hissetmesine neden oluyordu. Sonunda en sevdiği masaya vardı. Tütününü, çakmağını, Arap kâğıdını, pamuk filtrelerini cebinden özenle çıkarıp hepsini masaya bıraktı. Cam tarafına geçti ve bir oh çekerek oturdu köşeye. Direkt dışarıya baktı, sokağın başına doğru bir göz gezdirdi. Seyrek bir topluluk vardı dışarıda. Kimisi aşağı doğru, kimisi yukarı doğru yol kat ediyordu ama hiç kimsenin bir acelesi yokmuş gibi aheste aheste yürüyorlardı. Barmen içkileri getirmişti, önce elinde çok ağırlık yapan boş bardağı masaya koydu; ardından biraz daha tutması kolay olan şişeyi, en son patlamış mısır dolu tabak ve işaret parmağı ile başparmağıyla da diğer yandan sıkıştırdığı tekila dolu shot bardağını aynı anda masaya koydu.

—Afiyet olsun, dedi ve teşekkür beklemeden yarım kalmış işlerine dönüyormuş telaşıyla uzaklaştı. Barmenin arkasından bakarken L şeklinin kısa kalan tarafında, cama doğru sıralanmış masaların diğer ucunda oturan bir adam olduğunu fark etti. Barmenin pek müşteri yok demesi şimdi anlamlı geliyordu. Adama bakarken cebinde bir ıslaklık olduğunu fark etti.

—Allah kahretsin, dedi. Telefonunu suya düşürdüğünü tümüyle unutmuştu. Üstelik eski patronuna numarasını hala kullandığını söylemişti. Arayacağını düşündüğünden üzülmedi doğrusu ama yine de ararsa yalancı durumuna düşebileceği düşüncesi üzmüştü onu. Zaten buraya her uğramasında böyle bir konuşma geçerdi aralarında. Ne eski patron onu arardı, ne de o işin üstüne düşer, üstünkörü belirtilmiş eleman ihtiyacına olumlu bakardı. İş hafta sonları haricinde çok rahattı, lakin parası çok az ve kuralları saçmalıktan ibaretti. Eğer bir barda tam zamanlı çalışıyorsan, sosyalleşmek için en iyi şansın o barın kendisidir. Müşterilerle kaynatmana izin verilmeyen bir bar cehennemin ta kendisidir. Saatleri dolayısıyla dışarıda sosyalleşebileceğin zamanın kalmıyordu. Çalışmadığın saatleri uyuyarak geçiriyor, tatillerini düzensiz uyku saatlerin yüzünden yarım yamalak bir gün olarak hatırlıyordun. Telefonunu, barmenin getirdiği peçetenin üstüne bıraktı. Peçete saniyesinde sırılsıklam olmuştu. Cebine akan sudan daha fazlası, hala telefonun içinde duruyordu demek. Bir süre birasını içene kadar bütün suyu akar diye düşündü. En azından cebini ıslatmayacak kadar kururdu telefon. Burada çalıştığı sürede birer birer yüzlerini ezberlediği eski rockcıların bulunduğu posterlerle kaplıydı bir sürü duvar. Hepsine özlediği eski arkadaşlarına bakarmışçasına göz gezdirdi. Çalan eski rock parçaları özleyeceği aklına gelirdi hep ama duvarda ki posterleri özleyebileceğini hiç düşünmemişti. Sağ tarafında bulunan duvara çizilmiş büyük barış sembolüne takıldı gözü. Hemen yanında pentagram sembolü vardı. Bunların yerlerinde bir farklılık vardı. Barış sembolünün önünde fotoğraf çekinmişti, çok iyi hatırlıyordu bu yüzden. Barış sembolü diğer duvarda olmalı, pentagram bu tarafta olmalıydı. Galiba yerlerini değiştirdiler diye düşündü ama neden böyle gereksiz bir zahmete girilmiş olsun ki? "Galiba hiçbir derdim kalmadı. Saçma sapan konulara kafayı takıyorum.” dedi gülümseyerek. Kafasını sallarken köşede oturan adamın ayağa kalkıyor olduğu gözüne ilişti. Adam, ancak ayağa kalkınca uzun boylu biri olduğu anlaşılıyordu. Adam barmene birasını doldurturken T, dikkatlice adamı süzüyordu. Ayağındaki botun bağcıkları açıktı, yerlerde sürünüyor, ayağına bol geliyordu. Zayıf bacaklarını belli eden dar kesim kot pantolon giymişti. Üstünde eski, uzun, gri hırka vardı. Hırka, çok yıpranmış görüntüsüne rağmen tertemiz duruyordu. Saçları soluk sarı renginde, düz ve uzundu ve omuzlarından aşağıya sarkıyordu. Eğer saçlarında bukleleri olsa İsa’ya benzediği bile söylenebilirdi. İnce uzun suratını dolduran, çenesinden aşağıya uzanan, hilal bıyıkları haricinde yüzü tıraşlıydı. Adam izlendiğini fark etti ve kafasını T'ye doğru çevirdi. T, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi ani bir refleksle gözlerini pencereden dışarıya doğru kaçırdı. Adam bu numaraya yemediğini belli eden bir gülücük attı ona doğru. Gülümsemesini artırarak barmene teşekkür etti. Barın üstünde duran bardağın kulpundan hızlıca kavrayarak, hiç tereddüt etmeden T'ye doğru yürümeye başladı. Bardağını masaya hızlıca bıraktı. Bardağın çarpma sesiyle T'nin hala süren, dışarıyı izliyormuş oyununu bozma girişimi başarıyla sonuçlandı. T, kafasını kaldırıp adama:

—Merhaba, dedi. Adam, biraz kaba bir giriş yaptığını fark etmişçesine mahcup bir yüz ifadesi takındı.

—Kusura bakmayın, masaya oturmak için izin isteyecektim. Bardağı biraz sert bıraktım masaya galiba. Sizi korkuttum sanırım, dedi. Adamın konuşmasının, tavırlarından daha kibar olmasını düşünürken adama:

—Tabii oturabilirsiniz. Buyurun, diyerek eliyle karşındaki koltuğu gösterdi. Adam oturur oturmaz kendini tanıtma faslını atladı. Zaten T, isim hafızası hiç iyi olmadığı için sohbet ilerleyince hatırlanamayan isim derdinden kurtulduğuna sevinirdi. Adam kendisinin yanlış anlaşılmasına mahal vermek istemediği bir sohbet başlangıcıyla garip davranışını açıklığa kavuşturmaya çalıştı.

—Gerçekten kusuruma bakmayın. Barın orada fark edebildim benden başkasının da mekânda olduğunu, ondan güldüm. Sevindim buna. Alaycı bir gülüş gibi algılamayın ne olur...

—Açıklama için teşekkürler. Bir başkasının düşüncesini önemseyen insanların varlığını bilmek çok sevindirici. Bu düşünceli yaklaşımınız, insana hakkınızda kötü düşünmek için bir sebep bırakmıyor. 

Bu cümleyi kuracağını tahmin bile edemezdi T. Konuştuğu kişi sınırlarını zorlamıştı sanki. Kibar ve çok zekice konuştuğunu fark etti. Bir satranç oyununu başlatmıştı. Kibar bir anlatımın aslında olanı örtmeyeceğini ve çıkarımlarının arkasında duracağını zekice saklamıştı kelimelerine. Adamın anlamayacağına dair şüphe bile etmemişti. Adam onun bu düşüncesini haklı çıkarır şekilde gözlerini kısarak, kafasını hafifçe yana doğru eğdi. Fazla sert olmaması için yalandan bir gülümseme bile eklemişti suratına. Duyduğu iğneleyici sözlerle zekâsının test edildiğini anladığını belirten bu surat ifadesi eğer şu an bu adam tarafından bulunduysa dahiceydi. Mimiklerinden dolayı adamın bir tiyatro oyunculuğu geçmişi olduğuna her türlü bahse girerim diye düşündü. Adam, gereksiz bir bilgelik dolu olduğuna inandığını belli eder tonlamayla —İnsanlar inanmadıkları hiçbir yargıyı düşünmek için çaba sarf etmezler. Fakat düşünemedikleri hiçbir şeye de inandıramazsınız, diyerek T'nin düşünmesine zaman vermeden sohbetin yönünü değiştirdi.

—Telefonunda su kaçağı var! Haha!

—Haaa! Evet. Suya düşürdüm gelirken, sağ olsun bir kadın uyardı beni.

—İnsanlar çok garipleşti doğrusu. Yürürken kendi telefonlarıyla ilgilendikleri yetmiyor bir de başkalarının telefonlarıyla da ilgileniyorlar öyle mi? hah! Hah! Hah…

—Telefonlar hayatımızın merkezinde. Empati yapabildiğimiz tek konu bu diyebilirim. Bacağını kaybetsen kimse umursamaz ama telefonunu kaybedince, acını herkes paylaşıyor hah! Haa….

Gülüşmeler, satranç oynuyormuş edasıyla yapılan sohbeti yumuşattı. Zekâ testiyle başlayan konuşma eleştirel mizahla ilerliyordu. Ortamın yumuşamasından ikisi de mutlu olmuştu. Gülüşlerindeki doğallık, bu mutluluğu bariz belli ediyordu. Gülüşmelerin ardından adam ciddi bir konuya giriyor gibi toparlandı, boğazını temizledi ve lafa girdi:

—Telefonlarla, Roma döneminde oyunların oynandığı arenaların benzerliği nedir bilir misin?

—Ihım… Yok, pek bir benzerlik bulamadım, nedir?

—İkisi de halkı oyalar. Neyin önemli olduğuna karar veremezsin. Arenada savaşan gladyatörün hayatı mı? Roma'da üst tabakada yaşayan hiç kimsenin, halkın alt tabakasından gelmemesi mi? Kısaca alt tabaka hep altta, üst tabaka hep üstte bulunmalı. Bunun içindir ki gerçek olanın dışında bir şeylerle halk uyutulmalıdır.

—Bunu bozan istisnalar var ama zenginleşen bir tüccarın oğlunun parayla senatoya girebildiği zamanlar var diye biliyorum.

—İstisnalar var tabii ama bu, genele bakılınca çok küçümsenecek zaman aralıkları ve kişi sayılarıdır.

—O zaman telefonun farkı da küresel çapta olması herhalde.

—Bravo! Çünkü küreselleşen bir dünyada alt tabakanın üst tabakaya çıkması sadece işleri karıştırır. Kimsenin öngöremediği bir üst tabakanın oluşması, bütün düzeni etkiler. Bundandır ki bazen, yapay devrimlerle sadece üstteki kartlar karıştırılır. Kupa papaz yerine maça papaz geçer. Sana alt tabakadan duyabileceğin, her fikri ezberinden anlatır. 

—Tabii başa geçince olaylar değişir ve düzen aynen devam eder.

—Tabii ki! Öyle. Aksi takdirde hiçbir düzenin işlemediği bir dünya olur. Tek bir çarkın düzeni bozulursa bütün çarklar sekteye uğrar.

—Büyük birader seni izliyor diyorsun yani. Hah! Ha…

—Belki de senin için sadece bir komplo teorisi anlatan çatlağın tekiyim ama günümüzde insanların hayallerini oluşturan, sosyal medya değil mi?

—Ne var yani, bir insan mucit olup aynı zamanda Bahamalar’da Instagram’a hikâye atamayacak mı?

—Onun için önemli olan mucit olmaksa bu doğal ama Bahamalar’da hikaye atmaksa mucit olmak hayal olur. Demek istediğim şu, insanlar onlara gösterilen şatafatlı hayatı yaşamaya zorlanıyorlar. Ya da öyle görünmeye... Sonuçta sen Instagram'ında olan kişisin. Uzaya gideceğim diyen çocuklar azaldı. 

—Bu senin alt tabaka-üst tabaka olayını çürütüyor sanki. Yaşam standardı alt seviyede olan bir toplum, üst tabakanın elinde olan her şeyi açıkça görüyor ve onu istiyor. Asıl o zaman üste çıkmak isteyerek bir isyan çıkarmaz mı?

—Tabii haklısın. Mesela bir Fransız İhtilali olmasa da herhangi bir devrimin Hasan’ın neden Ferrari’si olamıyor diye başlaması kaçınılmaz.

—Dalga geçmek işine geliyor senin. Yukardaki herkesin sahip olduğu şeyleri isteyenler yukarda bulunanları er ya da geç devirirler.

—Ancak devirdikten sonra yönetebilecek insanlar galip gelirler. Ferrari ile bir gün gezip fotoğraf çekmek bir ömür Ferrari’ye sahip olmaktan daha az sorumluluk getirir. Sonuçta sahipmiş gibi görünmek sahip olmaktan daha çekici bir yoldur. 

—O hayatı istiyorsan çalışır ve elde edersin. Kimse seni bundan alıkoyamaz. Kapitalizmin bu kadar sevilmesinin nedeni de bu değil mi?

—Olay da bu zaten. Senin o hayata erişebilmek uğruna bütün ömrünü harcaman... Günümüzde üst tabakayı teknoloji belirliyor. Senin ürettiğin teknoloji seni üst tabaka yapıyor. Kimin teknolojisi kimi döverse en üstte o var. İleri teknoloji kullananlar orta tabaka. Piyasaya sunulan teknolojik ürünleri tüketenler alt tabakayı oluşturuyor. Tehlike olarak görülen, her zaman gücü kullanan orta tabakadır. İnsanlar neolitik devrimden itibaren orta tabakaya ihtiyaç duymuştur. Peki, orta tabakayı nasıl dengede tutarsın?

—Satın alma gücünü mü kırarsın?

—Sanki düşüncelerimin haklılığının bilincindesin ama yine de inanmamakta ısrar ediyorsun gibi hissediyorum.

—Eeeee... Ne derler bilirsin. İnsanlar, inanmadıkları hiçbir yargıyı düşünmek için çaba sarf etmezler. Fakat düşünemedikleri hiçbir şeye de inandıramazsınız. Galiba doğru hatırladım değil mi?

—Evet, aynen böyleydi. Aynı cümleyi tekrar kuramazdım ben. Hafızan baya kuvvetliymiş. Bir sefer duyduğunu tek seferde söyledin. Hem de eksiksiz. Helal olsun!

—Kurduğunuz cümleyle ilgili etraflıca düşündüm sohbete başlarken. Hoşuma gitti cümle, ondandır diyelim.

—Diyelim tabii. Ama haksız olduğunuz bir konu var.

—Neymiş haksız olduğum konu?

—Siz düşünüyorsunuz.

—Hayır, tahmin ediyorum sadece. Bilirsiniz, çıkarımlar falan... Mantık yürütme.

—Peki, mantık yürütürseniz eğer orta kesim yok olunca ne olur?

—Zamanla daha da güçlenecek bir düzen oluşur. Fakat bu çok saçma. Neolitik devrimden beri ihtiyaç duyulan bir kesim dediğinizi nasıl yok edebilirler ve yerine ne koyacaklar?

—Yer alabileceğin ekonomik faaliyetler yavaş yavaş insansızlaşıyor. Bunu herkes fark ediyor. İnsanların bulunmadığı ve tamamen makineleşen fabrikalar var. İnsanların çalışmadığı marketler var. Arabalar sürücüsüz. Hizmet sektöründe yer bulamayan kesim, alt sınıfı oluşturacak. Tarım, madencilik, hayvancılık da makinelere teslim olacak. Buradan ekmek yiyemeyenler nasıl maddi kaynak elde edecek. 

—İnsanlar başka meslekler bulacaklar. Her daim, insanlar yaşamaya devam etmenin bir yolunu bulmuşlardır. Muhtemelen, sanayi devriminden sonra da senin gibi düşünen karamsarlar çıkmıştır.

—Peki, karar verme organlarını yapay zekâlar oluşturursa?

—Herhalde 3000’lerden bahsediyorsun.

—2000 yılında akıllı telefonla dalga geçen birinin ahmaklığıyla alay ediyorsun benimle.

—Hayır, sadece bu kadar dramatikleştirmene anlam veremiyorum.

—Olay bu değil aslında. Olay, en tepeyi teknolojiyi elinde bulunduranlar oluşturacak. Teknoloji üreten insanlar, devletler.

—Anladım. Orta kesim yok olacak ve bir distopyanın içine düşeceğiz.

—Şu an zaten içindeyiz. İntihar kardeşim. İntihar, insanoğlunun en büyük hastalığı olacak. Bunu düşünürken ben işeyeceğim ve sen de biralarımızı tazele.

—Hofff... Barmeeen tazele…

Bütün bu konuşma beynini zonklatıyordu. Nerden düştük bu muhabbetin içine diye düşünmeye başladı. “Sanki hayatım güllük gülistanlık, dünyanın geleceğinin derdine sokayım.” dedi. Barmen boşları alıp bezgin bir halde bara doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Barmenin bezginliğiyle iş yapan milyonlarca insan vardır diye düşündü. İntihar şu an bile insanların içinde bulunup kendine ortaya çıkacak uygun şartlar arayan bir virüstü. Fikirler en tehlikeli hastalıklardır. Aynı virüsler gibidirler. Kafana girerler. Kuluçkalanma süreleri vardır. Sonra güçlenmeye başlarlar. Bu süreçte evrim geçirirler bazen. Senden beslenerek senin bir parçan olurlar. Daha sonra senin, o güne kadar inandıklarının boşa çıkmasını bekledikleri gün geldiğinde sürekli örselediğin fikir seni ele geçirir. Ve artık o senin fikrin değildir. Sen onu gerçek kılacak sadık bir askerisindir. Öldürme fikrinin bulunması seni öldürmekten alıkoymaz mıydı? İntihar fikrinin kafanda sürekli dolanması sana intihar etmemen için sebepler vermez miydi? Belki de fikirleri öldürmeye çalışmak asıl tehlikeydi. İntiharın bulunup bulunmaması değil. Hangi tarafı beslediğinle ilgiliydi konu. İnsanın içinde iki tür köpek olduğuyla ilgili bir film repliği geldi aklına. İyi köpek ve kötü köpek. Bu iki köpek sürekli kavga ederlermiş. Hangi tarafı beslersen kavgayı hep o taraf kazanırmış. Herhalde iyi köpeği beslemek yerine kötü köpeği öldürmeye çalışırsak kavgayı baştan kaybetmiş oluruz. Çünkü virüsler de böyledir. Dışarıdan gelecek bir tehlike, sizden olan bir tehlikeden daha ölümcül sonuçlar doğurabilir. Kötü köpek sizin olduğu sürece kavgadan kaçmamalısınız. Ne kadar beslendiğini bildiğin köpek, tanımadığın bir köpekten daha iyi niyetli bir köpektir. Belki de… Güm diye masasına çarpılan bardağın sesiyle birden yerinden sıçradı. Kalın kaşlarını burnunun başlangıcı kaybolana kadar çatarak barmene sinirli bir bakış attı. Bu abartılı bakıştan anlamazlıktan gelerek kaçamayacağını anlayan barmen; mahcup bir şekilde özür dilerim, diyerek her zamanki düşünceli ve hayattan soğumuş yürüyüşüyle masadan uzaklaştı. Bu olay bütün düşüncelerinden koparmıştı onu. Ne düşündüğünü hatırlamaya çalışırken adam tuvaletten çıktı. Islak ellerini pantolonunun yanlarına, bir elinin tersini, bir avucunun içini silerek geliyordu. T, birasından kocaman bir yudum alıp üst üste gelen masaya bardak çarpma işkencesine cevap verirmişçesine bardağını masaya vurarak koydu. Bu hareketi adamın ve barmenin gözlerinin önünde yapmış olması ona zafer tadı verdi. Bu saçma intikam alma olayı sinirlerini gevşetti ve mutlu bir gülümsemeyle pencereden dışarıya baktı. T'nin zafer gülümsemesi devam ederken adam masaya oturdu. T, ilgisizce pencereden dışarıya bakmaya devam ediyordu. Adam bir sigara yaktı. T, hala sigara içmediğini fark etti. Canı sigara içmek istemişti ama kafasının dalgın olması onu bu alışkanlığından mahrum bırakmıştı. Nikotinin tadını adamın üflediği dumandan alabiliyordu. Adam bunu fark edince sigara paketini ileriye doğru itekledi. T:

—Sağ ol, bıraktım, dedi. İkram edilen sigara ne kadar çekici gelse de T, adama yalan söyledi. Nikotin yoksunluğunun vermiş olduğu hazzı yaşıyordu. Arada bir yapardı bunu. Hayatında istediği her şeye erişmek zorunda olmadığını zihnine ve bedenine işlerdi. Yoksunluk durumundan haz alırdı. İnsanların istedikleri şeyleri elde ettiklerinde aldıkları hazzı, T; tersine çevirmişti. İstediğinin ne kadar gerekli olduğunu düşünürdü. Bir süre bu konuda kendisiyle sohbet eder, bu sohbette sürekli bahaneler üretirdi. Eğer bu bahanelerin üstesinden gelemiyorsa, bunu isteyen zihnine ve bedenine ettiği işkence ona zevk verirdi. Birçok sefer, bir kızla aynı yatakta bulunduğu halde sevişmekten kendini alıkoymuştu. Daha sonraları, bunun mu daha çok heyecan verdiğini, yoksa sevişmenin mi daha heyecanlı olduğunu düşünerek geçirdiği zamanları oldu. Yapabileceğini bilerek yapmamak, gerçekten insanı bir yarı tanrı kadar güçlü hissettiriyordu. Bu gücün verdiği hazzın tadına bakmak, arenada savaşan bir gladyatöre ölüm ya da yaşam izni vermek gibiydi. Hiç eline bir insanı öldürme fırsatı geçmemişti. Bu fırsat geçseydi kullanır mıydı? Sigara içmemek basit bir irade, birini öldürme isteğinden kendini mahrum bırakmaktan zevk alabilir miydi? Belki de cevabını asla öğrenemeyeceği bir soru için düşünmenin gereksiz olduğuna karar verdi. Adam, suskun geçen zaman boyunca çok sıkılmış olduğunu belli eden bir of çekti.

—Sigarayı bırakalı çok olmadı herhalde, dumandan nikotin ihtiyacını karşılayabildin mi, dedi.

—Ha... Evet... Yani dumandan nikotin ihtiyacımı karşılamaya çalışmadım. Sigarayı bırakalı çok olmadı. Onun cevabı evet.

—Haha! tabii. Masanda tütün olduğu için sormuştum.

—Arada bir bırakıyorum içmeyi. Yoksunluk durumu bana garip bir haz veriyor.

—Gerçekten garip bir haz anlayışın varmış. Eski zamanlarda yaşasaydın kesinlikle derviş olurdun.

—Benimki kısa süreli hazlar yoksa tamamen kötü alışkanlıklarımdan kurtulmayı düşünmüyorum.

—Bir rap albümünde iradeyle ilgili skit vardı. "Öldürme yetkin olup da öldürmüyorsan güçlüsündür." gibi bir şey olması lazım.

—Bu soru benim de kafama takılıyordu. Öldürme yetkim olmadığı için üzerine düşünmek gereksiz.

—Peki... İnsanları kurtarmak adına bir adamı öldürmek için yetkin olsaydı bu fırsat eline geçtiğinde tetiğe basar mıydın?

—Daha önce deneyimim olmadığı bir konuda peşin hükümde bulunmam.

—Ben kesin öldürürdüm. Eğer insanların acısına merhem olacaksa vicdanımı sustururum daha iyi.

—Dikkat et o zaman, sonraki canavar sen olmayasın. İpin ucunu bir kere kaçırınca kayboluyor. Katil her zaman katildir.

Adam sigarasından son dumanı bütün gücüyle içine çekti ve sigarayı sinirli bir şekilde kül tablasında parmaklarının ucuyla ezerek söndürdü. Dumanı T'ye doğru üfledi. T, adamın yaptığı saçma hareketten sonra suratı asık bir şekilde gözlerini pencereden dışarıya doğru devirdi tekrardan. Ortam, eski gergin haline büründü birden. İkisinin de gerginliği azaltmaya niyeti yoktu. T, sessizliği bozmaya karar verdi. Adamın neye sinirlendiğini merak etmişti.

—Galiba birini öldürdüğün için bu kadar sinirlendin, dedi. Adam sinirli bakışlarını T'nin gözlerine dikerek:

—Sen ne anlarsın! Süt çocuğu! Bir asker, vatandaşlarını korumak için öldürmeli, dedi. T biraz bozulmuştu bu duruma. Çünkü sivil hayatla pek çok istisnai durumu vardı askerliğin. Yine de görüşünün hala arkasında duruyordu. Adamın kızgın gözlerinin içine doğru ciddi bir bakış atarak kolay vazgeçen biri olmadığını belirtti ve kafasında kurduğu cümleyi bir çırpıda fırlattı attı ağzından.

—Kesinlikle asker olman sana öldürme yetkisi verir ama öldürmek senin elinde olan bir şey.

—Ne yapalım, düşmanları koynumuza mı alalım… Süt bebesi!

—Hayır! Bunun yerine ölmen de bir çözüm.

—Ne kadar saçma konuştuğunun farkında değilsin. Sarhoş olmuş olabilirsin dostum. Öldürmek yerine ölmeyi kabullenen toplumlar yok olurlar.

—Askersen sana başka seçenek bırakmadıklarını düşünüyorsun ama hayat kurtarmak için doktor olman gerekmiyor.

—Sıhhiyeci değilsen hayat kurtaramazsın.

—Zeki davranışlar hayat kurtarır.

—Sana bir savaş öneriyorum. Bahsettiğimiz büyük birader seni izliyor sohbetimizi hatırlıyor musun?

—Evet.

—Büyük birader gerçekten seni izliyor.

—Ciddi olamazsın. CIA de bizi görecek mi? Hahaha...

Adam, bütün öfkesi artmış bir şekilde ayağa fırladı ve heceleyerek bağırdı.

—DİN-LE! Arkasına bakındı ve tekrar T'ye döndü. Elini suratına koydu. Yüzü avucunun içindeyken konuşmaya başladı.

—Özür dilerim. Bağırmamalıydım.

—Sorun değil. Söylediklerini tiye alarak sinirlendirdim seni, dedi T. Adam, yerine oturdu. Arkasına yaslandı ve kafasındaki düşünceleri toparlamaya çalışıyormuş gibi bir görüntüsü vardı.

Barmen, elindeki Arjantin bardağında kalan su lekelerini temizlerken kafasını kaldırıp müşterilerine baktı.

—Serseri piçler, diye fısıldayarak bezi barın içine fırlattı ve masadan boşları alıp adamlara gözdağı vermek için bar tezgahından masaya doğru ilerledi. Masaya vardığında artık gitseniz iyi olur ifadesini taşıdığına inandığı kızgın yüz ifadesini takınarak müşterilerin gözlerinin içine kısa bakışlar attı. Masadan bardakları alırken bakışlarının yetersiz olacağını düşündü ve ekledi:

—15 dakikaya kapatacağız. Çenesinden aşağıya uzanan bıyıklarıyla oynamayı bırakan adam, barmeni kolundan yakalayarak:

—Sana bir şey sorabilir miyim, dedi. Barmen, sarhoşların fevri hareketlerini alışık bir tutumla adama bakarak:

—Heh! Sor bakalım, diye yanıtladı.

—Hayatta yaptığın seçimleri kendi iradenle yaptığına mı inanıyorsun? Yoksa kaderci misindir? Barmen biraz düşünceli bir yüz ifadesine büründü. Düşündüğü adamın sorusu değildi. ”Barın kapanacağını duyan müşterilerin barmeni de hararetli sohbetin içine çekmeye çalışan müşterilerden bir tanesi daha bu gece sahnedeydi.” diye düşündü. Kısa bir cevap vererek masadan uzaklaşırsa ışıkları kapatarak gitme vaktinin geldiğini müşterilerine kanıtlayabilirdi. Sarhoş insanlar söylenen sözlere inanmazlar ve bir aksiyon görmek isterlerdi. Barın kapanacağını onlara görsel bir şovla anlatması gerektiğini biliyordu. Sarhoşlar şovlara bayılırlardı. Eğer bir sarhoşa bir şeyler anlatmak isterseniz büyük hareketlerle anlatmalısınız, o zaman bütün ilgi odağı siz olursunuz, vücut dilinizi kullanamıyorsanız dedikleriniz sadece vesaire olurdu. Ama vücut diliniz çok abartılı olursa bu sefer bütün ilgilendikleri hareketleriniz olur. Bütün bunların bilincinde olan barmen, sarhoşlarla olan tecrübelerini konuşturarak olaydan sıyrılmak için harekete geçti. Elini adamın omzundan salınan hırkayı düzelttikten sonra adamın omzuna koydu ve:

—Seçimlerimizi çoktan yaptığımıza inanıyorum. Neden yaptığımızı anlamak için buradayız, dedi ve adamın anlamaya çalışan duraklamasından sonra uzaklaşmaya başladı. Kazanmıştı. Zafer edası içinde barın içine girdi ve yüzündeki tebessümle kapanış için son hazırlıklarını yapmaya başladı. Ha-ha, nasıl sıyrıldım ama diye kendi kendisini övüyordu. Kül tablalarını boşaltırken gülümsemesi bir kat daha artıyor. Çöp poşetini kapının önüne koyarken ağzı kulaklarına varıncaya kadar esniyordu. Nereden gelmişti Matrix’ten alıntı yapmak aklına? Kendisine şaşırdığı zamanlardan birindeydi şu an. Arada çok iyi alıntılar yapıyordu, kendisi de bunlara şaşırıyordu. Mesela geçenlerde bir kızla otururken Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiirinden alıntı yapmıştı. Öylesine, birdenbire aklına gelmişti. Sonrasında “Nereden aklıma geldi lan bu şimdi...” diye düşünürken sessiz kalması da ayrı bir karizma katmıştı ona o an. Kıza, “Neden evlenmeyelim ki?” diye takılmıştı laf arasında. Kız da alaya alarak onu, “Seninle mi? Hah-ha. Asla!” diye ona takılmıştı." dedi kuzgun. Bu söz, "Ayrılık işaretimiz olsun ey kuş ya da iblis, dön artık ölüm kıyısına ya da fırtınaya. Ruhunun söylediği yalana tek bir kanıt tüy bile bırakma. Yalnızlığıma dokunma. Terk et o büstü. Çek gaganı kalbimden ve çıkar suretini kapımdan." diyerek kızın onu dinledikten sonra yüzüne bir süre bakmasına neden oldu. Büyük bir ihtimalle kız; bunları söylerken ciddi mi, yoksa şiiri ezberinden okuyarak gösteriş mi yapıyor diye düşünmüştü. O süre boyunca da yarı etkilenmiş, yarı anlayamayan bakışlarla ona bakmaya devam etti. Bir süre sonra, verdiği cevaba çocuğun bozulduğunu düşünmüş olduğu ya da şiiri ben de biliyorum demek için, şiirin devamındaki cümleyi ekledi. "Asla! Hiçbir zaman!” Çocuk da kızın şiiri biliyor olmasına sevindiğinden hafif bir tebessüm etti kıza bakarak. Çöpü de kapıya çıkardığına göre 5 dakika sonra lambaları kapatarak final sahnesine geçebilirdi. Eve gidip yatağına uzanmak için çok sabırsızlanıyordu. Kafasında canlandırdığı görüntü, evin kapısını anahtarıyla açtıktan sonra içeriye girip ayakkabılarını çıkardığı sahne. Şu an, o saniyeye ışınlanmak için bütün günün bahşişlerini feda edebilirdi.


Bileğindeki tokayı çıkarıp İsa’ya benzeyen saçlarını topladı adam. 30'lu yaşlarının ona bahşetmiş olduğu kırışıklıkları belli oldu birden. Saçları açıkken daha genç gösterdiğini bildiğinden sadece ciddileşince topluyordu saçlarını. Hırkasının önünü elleriyle çekiştirerek kapattı ve kollarını bağlayarak arkasına yaslandı. Bir kolu hırkasının içinde kaldı. Kendini soğuktan korur bir vaziyette “Güzel konuştu çocuk.” dedi. Konuşmanın başından beri T'nin yüzündeki yaraya bakmamak için çabalıyordu. Yarayı sormanın kabalık olacağını düşündüğü gibi, yaraya bakmanın da hiç güzel bir davranış olmadığını söylüyordu kendisine. Eğer yeterince bunu kendisine tekrarlarsa yaraya asla bakmayacağına inanıyordu. En çok dikkatini çektiği sıralar T'nin camdan dışarıyı izlediği zamanlardı. Yaraya bakmamak elde değildi. Suratının sol tarafını ona doğru çevirmiş ve uzun bir süre böyle kalmıştı. Bu içsel çekişmeden kurtulmak ve sohbeti başlatmak için lafa girmeyi sabırsızlıkla beklemişti. Çocuğun kapanış haberi de düşündürücü lafları da o ana geri döndürmüştü resmen. Bu seferki çabası da karşılık bulmamıştı üstelik. Pes etmedi, bir şeyler daha söyleyerek T'yi düşünceli durumundan kurtarıp sohbeti yeniden başlatmalıydı.

—Senin seç... Sözünü kesti. Bana önerdiğin savaş ne, dedi.

—Şu an içinde bulunduğun savaş...

—en savaştığımı göremiyorum. Bir savaşın içinde bulunduğumu mu düşünüyorsun?

—Bir savaşın içinde bulunduğunu biliyorum. Savaşmadığını da biliyorum.

—Savaşın içinde de olsam savaşmamayı tercih ederim.

—Çatışma ayağının dibine kadar geldiğinde ne yapacaksın çok merak ettim doğrusu.

—Farazi bir savaşın içindeyim ve çatışma ayağıma kadar da gelse savaşmayacağıma eminim.

—Farazi olduğunu kim söyledi dostum? Telefonunu düşürmen bir tesadüf değildi. Bu barda benimle oturman da bir tesadüf değildi. Bu gece tesadüf olan bir tek şey vardı: Barmenin Matrix’den alıntı yapması. Bu çocuğu tanımıyorum bile üstelik.

T, ona doğu eğilerek kızgın yüz ifadesi ve kısık ses tonuyla:

—Sarhoş olacak kadar içmiş olabilirsin. Barmenin de haklı olduğu tek nokta birazdan barı kapatacak olması, diyerek masadan kalkmak için toparlanmaya başladı. O da hırkasının içinde duran bir tomar kağıtla beraber hırkasının içindeki elini dışarıya çıkarttı. Nemlenmiş eline kağıtlar yapışmış ve ıslanmış kağıtların üstünde yazılar silinmişti biraz. Neyse ki kapak kısmıydı burası. Dürülmüş kağıt tomarını T'ye uzattı. T, toparlanmayı bitirmişti. Son olarak kurumuş telefonunu cebine atarken adamın uzattığı dürülmüş kağıt tomarına sonra da adamın yüzüne baktı ve bu ne, dedi.

—Beni daha iyi anlayabileceğini düşünüyorum. Al bunu ve lütfen oku, diyerek masaya bir 50'lik attı ve aniden kalkıp koşarak bardan çıktı. Koşarak merdivenleri indi. Çok heyecanlanmıştı. Neden bu adamı da bu işe karıştırdığını düşünmekten kendini alamadı. Böyle bir sorumluluğu kendisi de istemezdi. Onu neden bu işe karıştırdılarsa o da kendisinden daha iyi olduğuna inandığı bir adamı aynı işin içine sokmuştu. Onun için üzülüyordu, artık her şey için çok geçti. Binadan dışarı kendini attığında “Hepimiz çoktan kaybettik zaten. Kaybetmek için bile artık çok geç." diyerek kendisi için artık çok geç olduğuna kendini inandırmaya çalıştı. Böylelikle yaptığı şeyden vicdanı rahatsızlık duymaması gerekiyordu. Çünkü başka çaresi kalmamıştı. Keşke T ile daha uzun bir sohbet edebilseydi. Kafasındaki bütün soruları rahatça cevaplasaydı. Güvenli bir yerde her sorusuna uzun, net cevaplar verir ve şüphe duymamasını sağlayabilirdi. Sokağın başına doğru yürürken tam daha da hızlanmıştı ki silah sesi her yerde yankılandı. Bütün vücudunda elektrik dolanıyordu. Vücudundan çıkan elektrik dalgalarının parlamalarını görebiliyordu. Yere yığılmıştı, sağ omzunun üzerine döndü ve ağzında biriken kan yere boşaldı. Etinin yandığını hissetmiyordu ama kokusunu alabiliyordu. Son sözü, “Kaybedecek neyim kaldı?” ve son kokladığı, kendi etinin yanık kokusuydu. Kulağında yankılanan tek gürültü, vücudundan çıkan elektrik kıvılcımlarının titreşimleriydi. Islanmış asfaltta yatarken ölümü kısa ve acısız oldu. Bütün duyu organlarının ona acıyı anlatmaya çalıştığını biliyordu. Ama vurulduğu silahın ve merminin özelliği de buydu. Kesin ölüm ve merhametli bir ölüm... Silahı ve mermiyi bilen herkes, vurulduğunda kurtulmayacağını da bilirdi. “Kaybedecek neyim kaldı?” derken kafasındaki tek düşünce T'nin kaybetmeyeceği idi.


Barmen ve T göz göze geldiler. Şaşkın gözlerle birlerine bakarken donakaldılar. Bir süre bakışmalarının ardından T, masanın üstündeki 50'liği de alıp hesabı ödemek için barmene doru yürüdü. Barmen sessizliği bozdu.

—Sarhoş olduğun düşünüyordum. Alkol almamış biri kadar çevik bir koşusu vardı, dedi. T tam söze girecekken dışarıdan silah sesi geldi. Aniden birbirlerine baktılar tekrar ve koşarak camdan dışarıya baktılar. Bir süre gözleri etrafta birilerini aradı. T, L şeklinde olan barın kısa tarafındaki balkonun sürgülü cam kapısına koşar adım yaklaştı ve hızla itekledi, cam kapı sert bir şekilde diğer camın bitişine kadar hızla çarparak açıldı. İteklenmenin şiddetiyle çarparak duran kapı nerdeyse kırılacak şekilde titredi. T daha net görüş açısı kazanmıştı. Silah sesinin geldiği yeri arıyordu. Ses yukardan bir yerden gelmişti. Hiçbir hareketlilik göremedi. Sokağın başına baktı, yerde yatan biri vardı. Sokak lambasının aydınlattığı hırkalı adam yerde yatıyordu. Hızla koşarak vardığı merdivenlerden inmeye başladı aşağı. Kafasında hiçbir düşünce yoktu. Sadece adamın yerde yattığını gördüğündeki sahne dönüp duruyordu gözlerinin önünde. Sürekli sokağın başına bakarken gözleri sokak lambasının aydınlattığı bir adamı, sonra dikkatli bakınca tanıdık gelen hırkayı, ıslak asfaltta dağılan saçları tekrar ve tekrar görüyordu. Yerde yatan adama doğru koşarken adamın üstünde dolaşan elektrik pırıltıları dikkatini çekti. Göz yanılması olarak düşündü. Adama yaklaştıkça burnuna yanık et kokusu geliyordu. Adamın baş ucuna vardığında koku çok ağırlaştı. Burnunun sızlaması, çömelirken geriye doğru düşmesine neden oldu. Ellerini ıslak asfalta dayayarak sırtüstü yere serilmekten kendini kurtardı. Adamın bedenini ne olduğunu daha iyi görebilmek için çevirdi. Sırtüstü çevrilen adamın sol kolu ıslak asfalta düştüğünde hırkası açıldı. Tam kalbinin üzerinde merminin deldiği bölge gözüne ilişti. Merminin açtığı delikte bir damla kan yoktu. Mermi girdiği bölgedeki etleri adeta kaynatmıştı. Delikten sadece duman çıkıyordu. Adamın bedeninin sadece içerisi yanıp kül olmuştu. Ölü bedenin göğsüne bastırdı ve göğüs kafesi dahil altında bulunan organlar yok olmuş gibi içeriye çöktü eli. Şaşkınlıktan afallamıştı, gelen koku onu tekrar sendeletti. Bu sefer ellerini koyacak zamanı bulamadı ve sırtüstü ıslak zemine düştü. Dirseklerinden güç alarak iki adımlık mesafeyi gerisin geri sürünerek kat etti. “Nasıl böyle bir şey olabilir?” diye kendi duyularını sorguluyordu. Kabus muydu? Hayal gücü müydü yoksa? Kekin koku burnunu sızlatıyor, ıslak zemini hissediyordu. Ağır hareketlerle doğrulup ayağa kalktı. Ayağa kalktığında adamın ayaklarının ucunda bir resim gördü. Resme doğru ilerlerken olayın şaşkınlığından çevresine bakmadığı aklına geldi. Resmi yerden alırken sağına soluna bakındı. Kimsecikler yoktu ortalarda. “İçinde bulunduğum durum kadar garip bir saçmalık daha.” diye düşündü. Resmi eline aldığında aslında üstünde resim olan bir kartpostal olduğunu fark etti. Kartpostalın üstünde çıplak bir adam diz çökmüş vaziyette, elinde bir haçı gökyüzüne doğru karşı koyarcasına kaldırıyordu. Çıplak adamın karşısında ise gökyüzünde inmeye çalışan upuzun ayaklarıyla yere değen beyaz bir at, arkasında üstünde çıplak kadın taşıyan fil. Arkasında üçgen kule taşıyan başka bir fil. Arkasında, tepesinde yunan heykeline benzeyen, tek ayağını yana doğru kaldırmış insan figürünün bulunduğu, penceresinde çıplak kadın vücudu görünen bir mabedi taşıyan fil. Sürünün en sonunda tepesinde bir elini gökyüzüne kaldırmış başka bir heykelin bulunduğu, bir başka mabedi taşıyan başka bir fil. Sürüden uzakta görünen bir filin de sırtında bir kule kadar uzun dikili taş... Fillerin altında bir sahne resmedilmiş. Bu sahnede bir adam karşısındaki iki büklüm ona doğru ilerleyen bir yaratığa haç göstermekte. Haçlı adamın arkasında uçan bir melek onlara doğru yaklaşmaktadır. Uzunca incelediği kartpostalın yazılı olabileceği aklına gelir gelmez kartpostalın arka yüzünü çevirdi. Dokunurken fark etmediği, kartpostalın plastik kaplı olmasıydı. Yazıların olduğu kısımdaki parlaklık sayesinde bunu anlayabildi. Arka yüzünde şunlar yazılıydı:

Artık ölümsüzsün aziz Anthony. 

Sevgilerle,

Salvador Dali

Kartpostalı cebine attı. Tek düşüncesi bir an önce oradan uzaklaşmaktı, hızlı bir şekilde yürümeye başladı. Aniden geri döndü. Adamın verdiği kağıt tomarını barda unuttuğu aklına geldi. Hızlı adımlarla bara doğru ilerledi. Merdivenlere vardığında ilk defa merdivenlerin yorucu olduğunu düşünmeden, çabuk adımlarla merdivenleri çıktı. Bara girer girmez masaya baktı. Kağıt tomarı masadaydı. Alıp çıkmak istedi ama barmen önünü kesti.

—Ne olmuş? Ölmüş mü, diye sordu barmen. T hiç duymamış gibi sağa kaçarak uzaklaşırken geriye döndü ve kızgın bir ses tonuyla:

—Yok! Kestiriyormuş amına koyum, diyerek alaya aldı barmenin sorusunu. Cebinden bir 20'lik daha çıkartıp tezgahın üstünde hiç yeri değişmemiş olan 50'liğin üstüne attı. Adamın bulunduğu tarafın ters istikametine sokağı, merdivenleri indiği hızı hiç bozmadan koşar adım kat etti. Sola dönüp sokaktan görünmeyeceği bir açıya gelince, koşmaya başladı. Ana caddeye çıkınca sağa dönüp caddenin aşağısına doğru koşmaya devam etti. Caddenin karşısına geçti. Aynı istikamette koşmaya devam ederken birden arkasını döndü ve caddenin yukarısına doğru koşmaya başladı. Ne yaptığını bilmiyormuş gibi göründüğünün farkındaydı. Caddenin yukarısında, kapalı bir üst geçidin olduğu aklına gelmişti. Parkta oturmayı düşünmüştü ama kapalı üst geçidin daha güvenli olacağına karar vermişti. Koşuşturma onu fazlasıyla yormuştu ve olayın heyecanını atmak için bir süre oturmaya ihtiyacı vardı. “Sanki beni de vuracaklar. Park yerine kapalı üst geçide koşmakla fazla abarttım.” diye düşünüyordu. “İşini garantiye almaktan zarar gelmez.” diye kendini telkin etti. “Yani seni de vuracaklarını düşünüyorsun.” diyerek kendisiyle olan sohbetini ilerletiyordu. “Neden olmasın? Adam sana bir tomar kağıt verdi ve seni cesedin başında görmüş olabilirler. Üstelik olay mahallinde bulunan kartpostalı cebine attın. Polislerle bile başın belaya girebilir.” Elleriyle yüzünü kapattı “Salak!” diye bağırdıktan sonra etrafına bakındı. Olay olduğundan beri etrafta bir tane insan görmemişti. Yine kimseler yoktu çevresinde. “Çok mükemmel oldu gerçekten. Delireceğim, kendi kendimle tartışıyorum.” diyerek kendisiyle olan sohbetine ara verdiği sırada üst geçidin merdivenlerini çıkmayı tamamlamıştı. Merdivenlerin bittiği yerin hemen sağında bulunan kuytu yere oturdu. Yer buz gibiydi. Bütün yorgunluğuyla baş başa, buz gibi olan beton zeminin soğuğuna karşı koyuyordu. Üst geçidin altında bir araba durdu. Arabadan son ses açılmış olan müzik bütün yaya üstgeçidinin içini dolduruyordu. Arabadan inen gençlerin kahkahaları geliyordu kulağına. Arabadan etrafa yayılan müzik depresif halini yansıtan bir arka fon olmuştu resmen. Adamın kadifemsi sesi havayı şu dizelerle okşuyordu:

—He air is cold / the night is long / I feel like I might fade into the dawn / fade until I’m gone. Sonrasında arabadaki güçlü basın etkisiyle keskin bir duygu haline büründüren derin bas inliyor, ardından şarkıyı söyleyen adam daha yüksek bir esle yakarıyordu gecenin karanlığına:

—I’m so far from home so far from home. Tam da bulunduğu durumla eşleştirdiği nakarata gelmişti ki ikinci nakaratta sessizce eşlik etti şarkıya. "Now where I belong / now where I belong / Im so far from home / so far from home.” Bütün cümbüşleriyle gençler, içlerindeki enerjiyi atamamışlar izlenimi veren bir gürültüyle kapılarını çarparak arabaya bindiler. Araba uzaklaşırken arabadan etrafa yayılan şarkı da uzaklaşıyordu. Kesik gelen ses de şarkıcı, müziğin yavaşladığı yerde “So faaaaar!” diyerek şarkısının sonuna geldiğini belirten bir ipucu veriyordu dinleyicilerine. Cebinde ki kartpostalı çıkarıp, kartpostalı incelemeye başladı tekrardan. Telefonu çalışıyor olsa Aziz Anthony’i araştırırdı internetten. Çölde, elinde haçla diz çökmüş adamı resmetmekle Salvador Dali'nin ne anlatmak istediğini bilmiyordu. Bundan daha önemlisi, bu kartpostalın İsa’ya benzeyen adamla ne alakası olduğuydu. Belki bir ipucu sağlayabilecek olan kağıt tomarına baktı. Bütün hepsini burada okumasını, soğuk hava ve oturduğu soğuk beton zorlaştırıyordu. Evde olmak şu an için onun tek temennisiydi. Bir an önce eve varmalı ve ne kadar güvenli olduğunu düşünse de üst geçidin ona sabah saatlerinde işe giden insanların oluşturduğu bir curcunada aynı güven hissini vermeyeceğini biliyordu. Ne kadar bulunması en kolay olduğu yer ev olsa da evin verdiği güven hissini hiçbir yer vermiyordu. Oturduğu yerden kalkıp eve gidiş yoluna koyuldu. Merdivenlerden aşağıya, hala devam eden tedirginliğiyle etrafı kontrol ederek indi.