Baba, doğum yapan karısının bulunduğu odanın kapısında bir sağa bir sola gidiyordu. İçeriden gelen ıkınmaların ve seslerin şiddeti onu kötü düşüncelere itiyordu. Karısına bir şey olacak ya da çocuğu ölü doğacak diye korkuyordu. Stresten terlemeye başlamıştı bile. Zaten sıcak olan havanın da etkisiyle iyice bunalmıştı. Sesler kesildikten bir müddet sonra ebe dışarı çıktı. Baba koşarak sordu: "Karım nasıl? İyi mi?" Ebe "İyi." dedi sakince. Baba rahatladı ve ebenin omuzlarından tutarak "Bebek doğdu mu?" diye sordu iyi bir cevap gelmesini umarak. Ebe "Evet, doğdu." dedi. Baba neşeyle, "Kız mı, erkek mi? diye sordu. Ebe "Erkek." deyince birden fırladı odaya. Karısının elindeki bebeği alıp sevinçle havaya kaldırdı. Gülücükler saçan yüzü birden kireç kesildi. Yeni doğmuş olan erkek bebeğin bacakları yoktu.


Baba hayatını dövüşten elde ettiği parayla kazanırdı. Şehrin duvarlarında Yasef'in adı yazılırdı. Son derece güçlü, yapılı bir vücudu vardı. Oldukça inatçı, pes etmeyen biriydi. Oğlu Faken, çocukluk yaşına gelinceye kadar onunla birlikte çok az vakit geçirirdi. Dövüşten eve yorgun argın gelir, bir köşeye kıvrılıp yatardı. Yasef her zaman kendisi gibi bir oğlu olsun isterdi. Yıllarca öğrendiği dövüş tekniklerini ona öğretmek ve rakiplerini yendiğinde onunla gurur duymak isterdi. Yine de Faken'e bazı şeyler öğretiyordu ama onun hiçbir zaman dövüşçü olamayacağını biliyordu. Faken, babasının beklentisini biliyor ancak elinden pek bir şey gelmiyordu. Ergenliğe dayandığı zamanlarda artmakla birlikte, hep kendisini suçlu hissetti. Ailenin içinde sadece bir boğazdı. Var olmaması gerektiğini düşünürdü.


5 yıl sonra...


Anne ve babasının kaybından yıllar geçti. Artık tek başına yaşadığı hayatta epeyi mutsuzdu. Bu yıllar içerisinde tekerlekli sandalyeyi bırakmış, iki eli üzerinde yürümeyi başarmıştı. Doğuştan kolları ve omuzları kalın ve güçlüydü. Uzun süre iki eli üzerinde yürümesiyle de kas yığınına dönüşmüşlerdi. Sokaklarda insanlar ona şaşkın gözlerle bakar, birbirleriyle fısıldaşırlardı. Geçimini babasından miras kalan dükkandan kira parası alarak sağlardı. Arada bir evde bunalır, pazara giderdi. El ele tutuşmuş bir baba oğul gördüğünde geçmişini duygu dolu gözlerle anımsardı. Bir keresinde babasıyla birlikte yüksek bir tepeye çıkmışlardı. Tabii babası onu sırtında taşımıştı. Henüz daha çocuk olduğu için o zamanlar eğlenceli gelmişti. Yüksek tepenin bir köşesinde otururlarken gözleri uçurumdan aşağı atlamak isteyen birine ilişmişti. Babası dalgın gözlerle uzaklara bakmış, olup biteni fark etmemişti. Babasını eliyle dürtmesiyle uçurumdan aşağı düşen adamı görmesi bir oldu. Faken ilk defa böyle bir şeye denk gelmişti. Babası Yasef'e o adamın neden atladığını sorduğunda "Başaramadığı için." deyip geçiştirmişti. Bir daha o tepenin yakınından bile geçmediler. Faken bu anıyı sık sık hatırlardı. Babasıyla olan ilişkisi epeyi karmaşıktı. Babasının iyi biri olduğunu bilir ancak onun kendisinden beklentilerini karşılayamadığı için, kendisini ve hayata getirdikleri için ailesini suçlardı. İnsanların "Yasef'in oğlu bu muymuş?" dediklerini duyardı. Bunu oldukça küçümseyici bir edayla söylerlerdi. Faken bir gece babası gibi olmaya karar verdi. Evet, bacakları yoktu ama elleri vardı. Yapacağı ilk iş şehrin merkezinde bulunan ve ün yapmış Anes'i ziyaret etmekti. Sabahın erken saatlerinde Anes'in yanına vardı. Şehrin tamir işlerini yapan bu adam hiç de bilim adamı kaçkınlarına benzemiyordu. Dükkanı düzenli, üstü başı temizdi. Faken ona, "Benim için iki ayak yapabilir misin?" diye sordu. Anes, aldığı bu soru karşısında şaşırdı. Faken'in halinden anlar bir edayla "Sana ayak yapsam bile yürüyemezsin." dedi. Faken, "Yürümem önemli değil, sadece pantolon giydiğimde ayaklarım varmış gibi gözüksün, yeter." dedi. Anes buna biraz şaşırarak "Tamam." dedi. Vücut ölçülerini aldı, "Bir ay içinde gel, al." dedi. Faken için bu bir ay geçmek bilmedi. Sabırsızlıkla Anes'in bu işi ne kadar becerebileceğini merak ediyordu. Nihayet gün geldiğinde doğruca dükkana girdi. Anes, onu başardığı işten dolayı memnun bir edayla gülümseyerek karşıladı. Faken hemen Anes'in de yardımıyla ayakları giydi. Üzerine yanında getirdiği pantolunu ve ayakkabıyı geçirince muhteşem oldu. Anes, ayaklar gerçek gibi olsun diye esnek yapmıştı. Faken elleri üzerinde yürüdüğünde ayakları sallanıyor gerçeği aratmıyordu. Şimdi yapacağı ilk iş bu ayaklarla bol bol pratik yapmaktı. Dövüşçüler genelde ayaklarını kullanırlardı. Babasının meşhur olduğu zamanlarda Tanis şehri, dövüşçülerin odak noktasıydı. Şimdilerde zengin bir tüccarın bu işe yatırım yapmasıyla ülkenin batı yakasındaki Anaba şehrine akın akın dövüşçüler giderlerdi. Bu şehirde onu tanıyanlar olurdu elbet ama Anaba'da kimse onu tanıyamazdı. Yıllarca birçok dövüşçüden ders aldı. Babasının öğrettiği tekniklerle harmanlayıp kendisine has bir dövüş tekniği oluşturdu. İki eli üzerinde adeta dans ediyor, kum torbalarını demir ayaklarıyla parçalıyordu. Nihayet hazır olduğunda Anaba'ya doğru yola çıktı. Kayıtların yapıldığı günden on beş gün önce, dövüşün yapıldığı arenanın yakınlarında bir otelde kaldı. Bu süre zarfında rakiplerini inceleme, onların zaaflarını gözlemleme fırsatı buldu. Seyircilerin arasına girip maçları izlediğinde taraftarların onu fark etmemesine şaşırdı. Maçların çıkışında onu gören insanlar ya şaşkınlıkla bakar ya da gülerlerdi. Her bir dövüşçünün avantajlı tarafı olduğu kadar zayıf taraflarının da olduğunu biliyordu. Bütün bunları not aldıktan sonra acemi dövüşçülerin kaydedildiği arenaya gitti. Bu arenada üstün başarı gösteren dövüşçüler, ana arenada dövüşme hakkı kazanıp hem şöhret hem de daha fazla para kazanma imkanına sahip olurlardı. Bu dövüşler ekseriyetle nam salmak için yapılırdı. Şehrin başka bir yerinde ticaretle uğraşmak daha karlı bir işti. Ama dövüşün verdiği hırsı, eğlenceyi ve şöhreti vermiyordu kesinlikle. Faken acemi arenaya gitti. Kaydolmak için sıraya girdiğinde sıradaki insanların çoğunun sokak serserisi olduğunu gördü. Bunların arasında sarhoşlar da vardı. O zamana kadar kimse iki elleri üzerinde yürüyen ve dövüşmek isteyen birine rastlamamıştı. Dövüşçüleri kaydeden orta yaşlı şişman adam ters gözlerle ona baktı. Tam onun buraya uygun olmadığını ima edecek bir söz söyleyecekken faken elinde tuttuğu parayı masanın üzerine koydu. Adam onun tek eli üstünde bile rahatça durmasına şaşırarak "İsim?" dedi. "Faken." dedi sakince. İçeri girip soyunma odasında sıranın gelmesini bekledi. Diğer dövüşçüler ondaki bu öz güvene ve her şey normalmiş gibi tavırlarına bir müddet alışamadılar. Faken’in adı anons edilince ağır adımlarla sahneye çıktı. Seyircilerden çıt çıkmıyordu. Rakibinin üstü başı gösteriyordu ki sıradan bir yan kesiciydi. Hızlıca Faken’in üzerine koşarken Faken yüzünü ona doğru döndü. Sağ elini geriye koyup vücudunu büktü. Yan kesici yaklaştığı anda hızla vücudunun sağ tarafını ona doğru savurdu. Yay gibi bacakları önce geriye esnedi sonra olağanca şiddetiyle sağ ayağının topuğu adamın burnuna çarptı. Anında adam kendisini yere attı. Akan kanlardan burnunun kırıldığı belliydi. Faken diğer acemi dövüşçüleri zorlanmadan alt etti. Artık belli başlı sokaklarda adından söz ettirse de sokak serserilerini yenmenin kimsenin gözünde değeri yoktu. Faken bir ay boyunca bazen günde üç maç yaparak beş dakika bile olmadan rakiplerini nakavt etti. Kendisine has taktiği, rakiplerini perişan etmesine yetiyordu. Dövüşürken kimi zaman kendi etrafında dönüyor, ona gülen ya da alay eden rakiplerini adeta rezil ediyordu. Şimdiden hatırı sayılır düşmanlar edinmişti. Bazı akşamlar birkaç kişi önünü keser, bıçaklarla ya da dikenli sopalarla ona saldırırlardı. Hepsini kolaylıkla alt eder, aynı sokaktan geçerken ağır ağır ilerleyerek adeta gövde gösterisi yapardı. Bir akşam odasında, ona büyük arenada dövüşmeye hak kazandığını yazan bir kağıt buldu. Ertesi gün arenaya gittiğinde ona hemen kuralları açıkladılar. Dövüşmek için ödeyeceği tutardan, kazanırsa ne kadar kazanacağından bahsettiler. Acemi dövüş arenasının aksine burada her şey profesyonelce işlerdi. Kayıtlar bittikten sonra adam şöyle sordu: "Neden ayakların üzerinde yürümüyorsun? Faken birkaç saniye düşündükten sonra, "Ben ayaklarımı yalnızca dövüşmek için kullanırım." dedi. Büyük dövüşlerin zamanı gelmişti. Yıllardır öğrendiği dövüş tekniklerini ve maharetini göstermenin tam zamannıydı. İlk rakibi Çeka, agresif bir dövüşçüydü. Kaç kere yere düşerse düşsün pes etmiyordu. Faken onu alt etmenin yolunun çenesine sağlam bir darbe vurmak olduğunu biliyordu. Faken arenaya çıkarken içini bir heyecan kapladı. Burası önceki dövüşütüğü yerlerin aksine hakemlerin, korumaların olduğu, hatta tipi bozuk olan serserilerin bile giremediği özenli bir yerdi. İzleyiciler arasında şehrin önde gelen insanları da bulunurdu. Şimdiden ne kadar büyük bir işe giriştiğinin farkındaydı. Faken, dövüş başladığını kendine has taktiğini uyguladı. Elleriyle hızlıca hareket ederek ve vücudunu esneterek ayaklarıyla bir bir rakibine vuruyordu. Ama faydasızdı. Her defasında geri kalkan bu adamı pes ettirmek imkansızdı. Artık gücü de tükenmişti. Faken olduğu yerde durarak yorgun edası verdi. Bunu gören rakibi hızla ona doğru koştu. Faken bir anda etrafında döndü. Sonra tam tersine dönerek adamın çenesine sağlam bir tekme geçirdi. Anında nakavt oldu. Seyirciler bu hareket sonrası alkışlarla ses çıkardılar. Faken bu ilk dövüş sonunda anlamıştı ki epeyi zorlu rakipler onu bekliyordu. Bir hafta içinde yeni rakibiyle müsabakaya çıktı. Tekmelerden kolaylıkla sıyrılan bu adamı hakem, dövüşmediği için uyardı. Sıkıcı geçen maçın ardından seyircilerin yuhlamalarıyla Faken bir galibiyet daha aldı. Sonraki haftaki rakibi ise iri yarı, dev gibi bir adamdı. Şişman göbeği, ensesine kadar çıkmış yağları ve kafasında gözüken damarlarıyla korkutucuydu. Faken’in bu adama olan darbeleri işe yaramıyordu. Dövüş, boğadan kaçan matadoru andırıyordu. Faken rakibini yorarak dövüşü kazandı. Aylar içerisinde girdiği maçların çoğundan zaferle ayrıldı. Artık kendisini babasına layık bir evlat gibi görmeye başlamıştı. Sırada tek bir dövüş vardı. Şimdiye kadar hiç yenilmemiş olan Zegan. Babasının yerini almış bir canavar. Bu dövüş için bir ay mühlet verildi. Herkes büyük final için heyecanlıydı. Sokaklarda insanlar birbiriyle iddaya girer, yüksek sesle tartışırlardı. Faken dövüştüğü bu zaman içerisinde hep babası gibi olmak istemişti. Onun gurur duyduğu evlat. Dövüşlerdeki başarısının yanı sıra, zihnini akıl almaz düşünceler sarar; bunlara karşı olan mücadelesini genelde kaybederdi. Gece gündüz çalıştı. Kimi zaman uyuya kalıyor, kimi zaman da yorgunluktan yere yatıyordu. Nihayet büyük dövüş vakti geldiğinde arenanın etrafı insanlarla doluydu. Dükkanlar akşamleyin erkenden kapatılmıştı. Kalabalığın arasında hırsızlıklar, kavgalar olsa da herkesin derdi bu dövüşü izlemekti. Arena görevlileri yüksek sesle yer kalmadığını söyleseler de kapıları kapatsalar da insanların tırmanmasına engel olamazlardı. Dövüş için bekleyen insanların sayısı ne kadar arttıkça ve ne kadar süre beklendikçe gerginlik de bir o kadar artardı. Faken kalabalığı yararak arenaya girdi. Ardından Zegan büyük tezahüratlarla takip etti. Sahnede karşı karşıya geldiklerinde birbirlerinin gözlerine baktılar. Faken, elleri üzerinde ona bakarken kas yığınından oluşmuş bir adam görüyordu. Hakem ortaya gelip dövüşü başlattı. Kıran kırana, tezahüratlar eşliğinde iki adam birbirine acımasızca vuruyordu. Faken dövüşürken ne zaman Zegan'ın yüzüne baksa imalı bir şekilde gülümsediğini görüyordu. Yarım saatin ardından Faken'in gücü tükenmişti. Takma ayaklarından sesler geliyordu ama gürültüden kimse duymuyordu. Zegan'ın sert bir tekmesiyle yere yığıldı. Faken'e doğru eğilerek "Başaramayacaksın çünkü sen bir sahtekarsın!" diye bağırdı. Faken'in ayağına tüm gücüyle vurarak dizini kırdı. Faken, sona geldiğinin farkındaydı artık. Zegan bir anda Faken'in pantolunundan tutup çekti. Faken'in sahte bacakları ve kırık dizi ortadaydı. Hakemin diskalifiye etmesiyle birlikte, yuhlamaların, hakaretlerin ardı arkadı kesilmedi. Faken'in adı artık bir dövüşçü değil, sahtekar olarak anılıyordu. Birkaç kişinin onu tanımasıyla birlikte babası için utanç kaynağı olduğu söyleniyordu. Bacaklarının olmadığı dilden dile yayılınca ona "Yarım" lakabını taktılar. Faken haftalarca dışarı çıkmadı. Kırık camdan esen rüzgarla hastalandı. Otel müdürü odayı boşaltmasını söyleyince sabahın erkek saatlerinde doğduğu şehir olan Tanis'e gitti. Yolda yediği hakaretlere alışmıştı artık. Eşyalarını eve yerleştirdi. Bir zamanlar babasıyla geldiği yüksek bir tepeye çıktı. Uçurum kenarında durdu. Elleri üzerinde sırtına vuran rüzgarı hissediyordu. Tepenin öteki ucunda bir adam ve çocuğun manzarayı seyrettiklerini gördü. Gözlerini kapattı ve şu cümleleri söyledi: "Affet beni baba, başaramadım."