sözcüklerin yüreğime dokunmadan geçip gitmesine izin vermedim. orada konaklamalarını, onsekiz bin âlemden bir tanesinin kapısını bana aralamalarını diledim. bir geçit olsun diye anlamını bilmediğim kelimeleri yazmaya başladım. onlarla uyudum, rüyamda onlarla tanıştım. bazen soluk aldım bazen soluksuz kaldım. yağan her kar tanesi avuçlarımda eriyip gitmeden bu geçitin izini aradım. her yağmur damlasının sesinde, başka bir sözcüğü hatırladım.


sonra ansızın gökten bir defter düşüp açıldı önümde. fakat sabırsızdım, ne anlatmaya baştan başlayacak gücüm ne de o uzun şiirin sonunu getirmeye yetecek sabrım vardı. keşke sonuna kadar okuyacak sabrı gösterseydim. öylesine kendiliğinden alışmıştım ki bu hıza. durgun ne varsa, kara bir treni anımsatan ne varsa, yavaş akan bir serumu göz önüne getiren, bir ölümü bekleyen ne varsa, gelmeyen bir misafiri bekleyen kimse, uçsuz bucaksız okyanusun acımasız dalgalarında savrulan bir geminin dümeni kimdeyse, hülâsa sabrımı isteyen ne varsa, uzaklaştım oradan. keşke o patika yol evime kadar gitseydi.


yalnızlığın bu dünyadaki sözcük karşılığı, hüzün dedim.

"benim çelişkim yalnızlığı bir yaşama özgürlüğü olarak kabul edip sevmem ama uygulamada o yalnızlığa dayanamayışımdı. yalnızlık insanın dış kabuğunu kalınlaştırıyor, dünyadan gizlenen iç ise zayıf ve kırılgan kalıyor. maskemi indirdiğimde ya da kendi kendimle kaldığımda güçlülük sandığım inat ve özgüven bir anda paramparça olabiliyor."


sallanarak bir ağıt yakılması karşısında o kadar sessiz kaldım ki sessizliğin böyle fark edilmeyişi yüreğime dokundu.

kalbim kaç yerinden kırıldı o gece, saymadım. bu gece de ölmezsem bir daha ölmem dediğim için sabaha çıktığımda bir daha ölmeyeceğimi düşündüm. bir bereketsizlik tanrıçası yahut satanist gösterileri vardı perdede, perdenin arkasında ne olduğunu kimsenin sorgulamadığı. korkanlar, izlemeye devam edemedi. korkunuz, sevginizin önüne geçti dedim. uyunsa geçerdi belki bilmiyorum. sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edilirdi belki bilmiyorum. hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bir tek ben mi hissettim, bilmiyorum.


zamanın en geçmeyen noktasında ipe bir düğüm attım sonra, daha da tıkansın, akmasın, sabrımın sınırlarını zorlasın diye. gece dersleri almaya başladım karabasanları defedebilmek için, kaç asır sürdüğünü saymadım. kırmızı kalemle yazmaya başladım, her şey kırmızdan yapılmıştı. perdeciler çarşısından çeyiz düzen kızların oyalı, işlemeli bütün yazmalarına bulaştı kırmızılar. illaki bir şeyin avuçlarımdan akıp gitmesi, yitirilmesi gerekiyorsa diye; zamanı tutup kırmızılıkları verdim. tan vakitleri uykusuzluğun sınırını zorladım. sırtımın bir yükü neden sırtlandığına dair sebepler aradım. yaşamayı, bir yük gibi taşıdım. o da beni bir yük gibi mi görmüş olmalıydı ki, evimi uçan teneke çatılı gecekonduların, kadınların akşam ezanı sonrası dışarı çıkamadığı mahallelerin, ahlâkın konuşan kişiler tarafından baltalandığı ormanların ortasına bırakmıştı. orayı evim bellemedim.


olmayan bir ölüme yas tutuldu. gözyaşları gitti geldi, aracılarla. gözlerin içine bakmaya, gidip dokunmaya, kaç gün sürecek bu yas demeye, utandım. kapı eşiklerinde gizlice bekledim, bir şeyleri oldurmaya çalışırmış gibi. yorgunluktan hangisi daha iyi olurdu karar veremedim. düzelse, fark eder miydi? eskisi gibi olmamaklığını hangi özür, hangi pişmanlık hangi vicdan azabı, kaç gözyaşı telafi edebilirdi? anlamını tam bilmediğim, adresinin hiçbir yerde tarif edilmediği, sırrının hiçbir yerde yazmadığı bağların koptuğuna yahut kopmak üzere olduğuna dair endişeler takındım.



zaman kollarını açıp “bırak beni gideyim” diye haykırmaya başladı. yeni doğum yapmışlığına aldırmadan bir dediği vardı sadece, sayıklayıp durduğu tek bir cümle, bırak beni gideyim. onu alıkoymak, hiçbir yere gidemesin ve dönemesin diye bütün zamanların içinde bulunduğu bir kuyuya saklamak istedim. tıpkı ruh tacirlerinin yaptığı gibi kandırmaya, boşlukların dolacağına, geçmişin telafisi ve yaşanılan ne varsa kalbin mutmain olacağına inandırmaya çalıştım. evvel zamana gidip bana beni anlatmasını, çocukluğumdaki masalları hatırlatmasını, yoldan geçerken gülümseyen tüm insanları bulmasını, her oyuncağın hatırasını saklamasını, takip ettiğim kurbağaların şimdi ne yaptığını, bir pansiyonun çatı katından yıldızları izlediğimiz o sıcak büyülü yaz gecesinin tarifini istedim. güzel olan her şeyi hatırlamak, çocukluğuma dönüp tutulan bu yasa son vermek istedim.


"yas, üstelik sağlıklısı ne bunun, ha benim kızım! biz ufak ufak ölmek diyoruz memlekette buna."


hep bir çabayı gerektiriyordu bu iyileşme ve hep vaktin olmalıydı "durup ince şeyleri anlamaya". önce çabamı unuttum. ince şeylerin kopacağına, tutunmak için daha sağlamlarının gerektiğine inandırıldım bir an. olmayan şeyleri olmuş yaptım, olanlarıysa bir tren istasyonunda bırakıp eve döndüm. eve dönmenin vicdan azabını hafifletmek adına türlü simli boyalar ve yargılar dağıttım. göklere uzamasını istediğim varlığımı budadıkça ben, salon bitkisine çevrildim. pencere önünde solan, güneşten yaprakları yanmış bir menekşe belki ya da ezilmeden kokusunu ve korkusunu salamayan bir fesleğen yahut yalnız gecenin karanlığında yüreğini açabilen bir akşamsefası. bütün çiçek isimleri üzerine tekrar düşünmeli ve dünyaya inancımızı toplamalıyız dedim.


afitabın doğuşunda ve batışında ne varsa insanın içine işleyen firaklı, öyle bir his var içimde, kimseye anlatamadığım. mütemadiyen dalıp gitmem ondan. durup durup kederle dağlara çıkmam, evin ve yolun anlamını aramam bundan. uzak diyarları düşlemem, bir ağacın ne hissettiğini, dalgaların karaya her vuruşunda ne anlatmak istediğini merak etmem bundan. sokakta gözlerinde sevgisizliğe alışılmışlığı ve korkuyu gördüğüm her canlı için yüreğimin bir parçasını bırakmam, bir şeyleri hatırlamak için şifa dağıtan elleri izlemem, hastane koridorlarında yatıp kalkmam bundan.

insan yorulunca ne yapar ve nasıl geçer bir yorgunluk? yoksa yaşamaktan bir kez yorulmak; geri dönüşü olmayan ve tekrar asla eski dinçliğine kavuşamadığın bir döngü müydü? sisifos’u mutlu tasarlamak mı daha zordu, bir yorgunluktan kalkıp diğerine geçmek mi? ben soruyorum ama siz ne olur sormayın bana, hiçbir şey bilmiyorum. bütün cümleleriniz ve cürümleriniz karşısında söyleyebileceğim tek şey şu: tüm çiçek isimleri üzerine tekrar düşünmeli ve dünyaya inancımızı tekrar toplamalıyız.