Battaniyesi omuzlarında, melisa çayı elinde, yirmi dört yıllık hayatı omuzlarında pencereden dışarı bakıyordu. Gözlerini kırpmamak için bakışlarının koordinatlarını sürekli değiştiriyordu. Şayet kırparsa penceresinin önüne koyduğu çiçeklerin beklediği rahmet bu defa gökyüzünden değil onun yüzünden düşecekti. Zaten tuzlu suyun tadını da sevmezdi, omuzlarını silkip başını kendi omzuna yatırdı. İdrak etmemek, yüzleşmemek için köşe bucak kaçtıklarıyla dün alelade bir kitap sayfasında yüzleşmişti. Çakıl taşı çiğnemiş, yutmaya çalışmıştı ama bir kere kursağında kalmıştı işte. Şimdi üstüne bir bardak soğuk su da içse, kendinden geçip çakırkeyf olana kadar da içse o his hep boğazında düğüm düğüm kalacaktı.On yedi yıldır yedi yaşındaydı hiç büyümemişti ama dün gece tam on yedi yaş birden büyümüştü. Dün gece yirmi dördüne girmişti. Muhtemelen yirmi dördüncü yaş günü ölene kadar kursağında kalarak bütün ömrüne eşlik edecekti.

Bakışlarını sokağın başına çevirdi. Hayata karşı madden ve manen kördü. Gözlerini kısarak daha dikkatli bakmaya çalıştı. Anlaşılan dün gece göz dereceleri de büyümüştü. Çok geçmeden sokağın başındaki hareketliliğin öznesini tanıdı. Nasıl da ilk anda anlayamadığına şaşırdı. Yılların parke taşı gibi eskittiği mahallenin ayakkabı tamircisi Hikmet amca. Her zamanki gibi sabahın altısında dükkanını açmış ilk siftahını yapmayı bekliyordu. Bir gün doğup da ışıkları pencereden içeri süzülmeye başlayınca bir de Hikmet amcanın anahtarları dükkanın pas tutmuş kapısına çarpıp şıngırdayınca mahallede sabah olduğu anlaşılırdı. Her gün aynı saatte gelir dükkanını açar , etrafın tozunu alır sonra ince belli bardağıyla dükkanın önüne attığı iskemlesine çökerdi. Bunları öylesine aheste aheste yapardı ki sadece onu izlemek bile insanı dinlendirirdi. Hayatta hiçbir acelelik sebebi yoktu. Sabırlı hareketleriyle o ayakkabı kutusu kadar dükkanında kendine münhasır bir düzen kurmuştu. Öyle hatır gönül meselesi için gelen birkaç kişiden başka pek müşterisi de yoktu aslında. Zaten bu zamanda kim bir şeyleri tamir etmekle, eski hâline getirmekle uğraşıyordu ki? İnsanlar artık değil eşyaya birbirlerine karşı bile müsrifti. İnsanı harcayan da insandan başkası değildi. Çöp konteynerine atılanlar için en azından bir geri dönüşüm umudu vardı ama gönül çöplüğüne atılmış, gözünü kırpmadan kesilmiş insan ilişkileri için geri dönüşüm umudu bile yoktu. Hikmet amca da bunu bildiğinden eli yettiğince ayakkabı, dili yettiğince gönül tamir ederdi. O başkasının açtığı sökükleri sabırla dikerdi dikmesine ama anlaşılan altmış yedi yıllık ömründe kimse onun gönlünde açtığı sökükleri dikmemişti. Çay bardağını tutuşundan, iskemleye oturuşundan bile belliydi. Hikmet amcadan bana ne iyi dost olurdu diye düşündü Aysun. Çok geçmeden kendine bile bir beden büyük gelen sevgisinin Hikmet amcaya da yük olacağını fark etti ve Hikmet amcayla olan iki dakikalık arkadaşlığını da bitirdi. Her zamanki Aysun işte. Ölçer, tartar, biçer daha olaylar başlamamışken bile o kendi içinde çoktan bitirmiş olurdu.

Perçemi yüzünü kaşındırmaya başlayınca hafifçe esen meltemi fark etti. Pencereyi kapayıp perdeyi sonuna kadar çekti. Çekmese de olurdu. Kendi kasveti odasına doğabilecek en parlak güneşe bile gölge düşürürdü. Gün içinden elinden geldiğince güneş ışığından kaçar akşamları da kandil yakardı zaten.

Üçlü koltuğuna geçti. Bu üçlü koltukta hiçbir zaman biriyle ya da birileriyle yan yana oturmamıştı. Amacına ulaşamamış eski bir koltuktu ama yine de geceleri odasına gitmeye erindiği zaman burada yatıyordu. Hâlâ işe yarar bir yanı vardı. Aslında evdeki diğer her eşya gibiydi. Aysun'un yalnızlığını örtbas etmek için fazla fazla aldığı bütün eşyalar gibi. Hiçbir zaman tek bir tabaktan fazlasına altlık olmamış altı kişilik yemek masası gibi. Henüz hiç misafir ağırlayamadığı misafir odası gibi. Bir rafını bile dolduramadığı ama duvarını boydan boya kaplayan gardırobu gibi.. On yedi yıldır yerinden oynamadığı için banyo dolabında sararmış işlemeli havlular gibi.. En az bunlar gibi en az Aysun kadar fazlaydı bu eve o üçlü koltuk da.

Kendi varlığı, günden güne küçülüp kayboluyordu bu evin içinde ama yalnızlığı üç oda bir salona anca sığıyordu hatta bazen taşıyordu. Bazen sağanak sonrası yokuş aşağı akan sulara karışıp denize dökülüyordu. Bazen de esintinin etkisiyle pervazına sertçe çarpan pencereden çıkıp rüzgâra karışıyordu.

Yaşadığı şehri kendine çok benzetti birden. Mesela şehrin altyapısı yoktu, Aysun'un da altyapısı sayılabilecek çocukluğu yoktu. Mesela ana yollarına bakınca her şey gayet güzel düzenlenmişti ama herkesin bilmediği o ara sokaklara girince şehrin gerçek yüzü ortaya çıkıyordu. Kırık dökük binalar, sağa sola dağılmış çöpler... Mahallenin kendi içerisinde sürekli hengame hâlinde oluşu, insana en ihtiyaç duyduğu anda huzur verecek bir manzarasının olmayışı... Ya bu şehir Aysun kadardı ya da Aysun bu şehir kadardı. Burnuna kadar çektiği battaniyenin altından sırttı. Yıllardır soracak kimsesi olmadığı için annesine mi yoksa babasına mı benzediğini kendi kendine çözmeye çalışıyordu. Meğer bizim deli Aysun doğup büyüdüğü, yirmi dört yıldır bir kez dahi sınırı dışına adım atmadığı ama çocukluğunu bile yaşayamadığı bu köhne yere benziyormuş. En azından yirmi dördüncü yaşının ilk gününde kime benzediğine bulmuştu. Hayatının geri kalanı da bir şekilde yolunu bulurdu herhalde. Elini koltuğun altına uzatıp tozların arasından alelade zamanlarda okuduğu kitabını çıkardı. İçini rahatlatmak için kapağına bir defa hafifçe üfleyerek rastgele bir sayfa açtı.

Defteri kapat.

Kitabı kapat.

Televizyonu kapat.

Pencereyi kapat.

Taşırma gözyaşlarını iki de bir yatak örtüsüne.

Gözlerini kapat.


Okumayı bitirdiğinde en azından şimdilik ne yapacağına karar vermişti. Önce kitabı ardından da gözlerini kapadı. Sımsıkı...