Yaklaşır bir yıldır sitedeki içerikleri takip ediyorum, uzun zamandır çeşitli sosyal platformları gözlemliyorum ve elbette çevremdeki insanların yaşam hakkındaki görüşlerini zihnime kaydediyorum. Tüm bileşenleri denkleme yerleştirdiğimde insanların artık yaşama isteklerinin olmadığını görüyorum. Bu elbette uzun zamandır süregelen bir mesele fakat intiharların gitgide belirgin hâle gelmesi sanki bir şeylerin eskisi kadar aynı olmadığını gösteriyor.


Yaklaşık iki üç sene öncesinde üniversitenin kitaplığında Viktor Frankl'ın "İnsanın Anlam Arayışı" adında bir kitabını bulmuştum. Yazarın elbette ilgi çekici görüşleri vardı ve açıkçası etkilenmiştim. Kurucusu olduğu logoterapiyi de bu sayede öğrendim. Türkiye'de ne denli yaygın bilmiyorum fakat kitabın bu denli satış yapmasına Frankl şöyle bir yorum getirmiş: "Doğrusu ben burada kitaba dair bir başarıdan ziyade bugün yaşanan kitlesel nevrozun semptomlarını görüyorum. Çünkü, eğer yüz binlerce kişi başlığında hayatın anlamlı olup olmadığı sorusuyla ilgilenen bir kitabın peşinden koşuyorsa bu şunun göstergesidir: Anlam arayışının kendisine ket vurulmuş durumda. Ve her geçen gün daha fazla hasta çok derin bir anlamsızlık, boşluk içine düşme şikayetiyle psikiyatristlere başvuruyor. Bu yüzden ben bu durumu "varoluşsal boşluk" olarak adlandırıyorum, bu da günümüzdeki kitlesel nevroza karşılık geliyor."


Şimdi Türkiye'de gençlerin içine düştüğü durumu daha net tanımlayabiliriz. Çoğumuzun varoluşsal boşlukta çırpındığı büyük olasılıkla doğrudur. Anlamsızlık etiketiyle internette kısa bir arama yapıldığında bu açıkça kendini gösterecektir ki zaten hepimiz bunun farkındayız bence. Fakat ne oluyor da bizler yaşamın öylesine anlamsız olduğundan dem vururken buna bir çözüm üretemiyoruz? Yaşam gerçekten yaşanmaya değer midir? Esasında tüm mesele buna indirgenebilir.


Günümüzde dünyanın çoğu yerinde insanlar intihara başvuruyorlar. Ülkemizde bunun sebebi her ne kadar ekonomik sıkıntılar gibi görünse de yalnızca yoksulluk kişinin yaşamdan vazgeçmesi için yeterli değildir bence. Nitekim varlıklı bireylerin intihar ettiği ülkeler düşünülürse işin içinde Frankl'ın dediği türden bir anlama ket vurma davranışı görülür. İskandinav ülkeleri buna doğru bir örnektir. Soğuk ve boğucu iklimin uzun süreler bireyleri bunaltması veya yaşamın anlamsız oluşuna dair görüşler kişileri intihara sürüklüyor olabilir. Örneğin hâli vakti yerinde, aile ile ilişkileri kuvvetli ve sosyal yönden kuvvetli kimseler neden intihara yelteniyor? İşte tüm olumlu bileşenlere sahip olsak dahi birey yaşama tutunamayabiliyor. 


Türkiye'de gerçekleşen intiharların asıl sebeplerini elbette kesin olarak tayin edemiyoruz. Birçok faktör bir araya geliyor ve kişi yaşamdan kopmak zorunda kalıyor. Ancak benim düşünceme göre Türkiye'de yaşayan gençlerin çoğunluğu yalnızlık ve yaşamın anlamsızlığı meselelerinden muzdarip olarak yaşamda kalmaya çalışıyorlar. Bazıları artık sona geldiğini düşünüyor ve yaşamdan ayrılıyor. Fakat zaten sorun da burada başlıyor. Yaşamın anlamsız olduğunu kabul ediyoruz ama yine de çoğumuz kendimize bir anlam üretme aşamasına geçemiyor. Acılarımızı kabullenip bu çaresizlikten kurtulamıyoruz. Bu, açıkçası, kişinin kendinde olan bir şeydir. Fakat Frankl bireylerin yaşamını anlamlı kılabilecek şeylerin daima var olduğundan bahseder: "Bir eser yaratarak veya bir iş yaparak, bir şey yaşayarak veya bir insanla etkileşerek, kaçınılmaz acıya bir tavır geliştirerek yaşamın anlamını keşfedebiliriz." 


Elbette yaşamın kendinde bir anlamı olmadığını, her şeyin boşa yaşandığını veya tüm bunların saçmalık olduğunu düşünebiliriz. Fakat bunu düşünmek nihayetinde bize başka bir yolun açıldığını gösterecektir. Yaşamın tüm acımasızlığına rağmen yine de hayatta anlamlı bir şeyler bulabilir miyiz? Frankl gibi ben de bunun her zaman mümkün olduğunu düşünüyorum.