Yıl, geçmiş. Mevsim şiir, aylardan nar, günlerden umut, saat ölüme ömür geçiyordu. Gece gündüze hakimiyet kurmaya başlamış, karanlık omuz başlarımdan ıslak toprağa sarkıyordu. İnce bir rüzgar, saçlarımıza dokunuyor, çam dalları arasından kulağımıza bir ıslık fısıldıyordu. Semaverde bize bir bardak sıcak çay verebilmek için çatırdayan odunların sesi, kaynamaya niyetlenmiş suyun buharıyla birlikte gönlümüzü yumuşatıyordu. Dinlediğimiz türküye dalmış, kendi alemlerimizde, anılarımıza can üflemiş, bir yerlere gitmiştik. Yanı başımızdaki fesleğen burnumuza misafir olmuş, hoş gelmişti. Soğumaya ve iyiden iyiye kararmaya başlayan havaya dost olduğumuzu, ondan kopmak istemediğimizi anlatmak için, çalı çırpıyı muhabbetimizin verdiği sıcaklıkla tutuşturup, üzerine ince odun parçalarından koyduk. Yanmaktan ziyade, zaman zaman Hakk’a açtığımız avuç içlerimizi ateşe çevirip, ısınmaya meylettik. İskender kalkıp çayı demledi.
Başımı Mehmet’e doğru çevirip, Karadeniz’de yüzen gemim mi var, diye fukara ve efkarlı gözlerle ateşin raksına daldığını fark ettim. Hayır mı Mehmet, dedim. Haddinden ince dudaklarından biraz korkak biraz ürkek biraz da bunları bastırmakisteyen kendinden emin bir tonla, evet, çıktı.
İskender’le, benim okunmayan kitabı konuşurken, içindeki volkan uyanmış olacak ki sohbetimizi bıçak gibi yararak, mazur görülebilecek bir saygısızlıkla araya girdi Mehmet. Ağabey, dedi, yaşamak nedir Allah aşkına?
Sustum çünkü konuşmak, şu an ona farz bize sünnetti. Buna saygı duydum. İçinde birikmiş bir yığın soruyu, öfkeyi, düşünceyi kusmalıydı insan; başka bir insana, doğaya, elindeki saza; vurarak, üfleyerek, tellerine dokunarak. Taşa ruhunakatmak da buna dâhildi, önümüzde yanan ateşi böyle hayranlıkla izlemek de…
Ruhu bize göre biraz daha kalın olan İskender, çayları tazeledi, su çekti. İyi de yaptı. Mehmet içinde ona haykıran sesi, bizim anlayacağımız hale getirmek için repliklerini hazırlar gibiydi.
Karanlık, seherden habersiz zafer çığlıklarıyla dört bir yanımızı kuşatıp, bedenlerimizi titretmeye başlamıştı. Çamlar kozalaklarına, pazarda kaybolmasın diye çocuğun eline yapışan anne gibi bağlıydı. Ay durumu anlamış olacak ki hafiftenbir aydınlık verip, bizi sessizce selamladı. Yıldızlar zamana şahitlik etmek için yerlerini almışlardı. Çok yakışıklı duruyorlardı, esmer bir köy kızının yüzündeki benleri gibi yerli yerindeydi hepsi. Daha kalın odunlar atıp, ateşi harladık. Semaverin bacasındançıkan alevin sarısı İskender’in suratında halay çekiyordu. Mehmet avını kapmak için ağzını sonuna kadar açmayı bekleyen bir aslan gibi sözcükleri bilemiş, usul usul haykırmayı bekliyordu. Sigaramı çıkarıp önümüzdeki ateşte ucunu yaktım -ki bunu çok severim-ve inceden Mehmet’e gerekli ortamın sağlandığını, vaziyet alındığını, sıranın kendisinde olduğu mesajını verdim. İletim raporu gelir gelmez, aslan kükredi:
'Yaşamak nedir ağabey?'
Bu tür konulara daha uzak olan İskender, eşek gözlerini daha da açıp bize şaşkın bir bakış atarak, elindeki telefonun ekranını bize doğru çevirdi:
''İnternet paketim bitmiş ya! ''
Mehmet’in ve benim bakışlarımdan anlaması gerektiğini anlamış olacak ki susup, telefonuyla oynamaya devam etti. Mehmet atmosferinden uzaklaşmasın, içindeki heyelanı akıtsın diye lafa girdim:
''Ne oldu Mehmet’im?"
''Bilmiyorum ağabey, bilmiyorum. Düşünüyorum ve buna kanaat getiriyorum. Bilmediğime, bilmediğimize ve en kötüsü; tüm bu bilinmezliklerle yaşamaya devam edip ölüme yol aldığımıza. Oysa hayat bilinerek yürünmesi gereken bir yol değil midir?''
Bu net ve keskin bir bıçak ağzı kadar yırtıcı cümle nihayetinde gece uysallaştı. Ölüm kelamı dost meclisinde geçince, bu mefhumu geçen yıl kardeşini kaybederek; zihnine, vicdanına, acısına ve hatta özlemine yazanİskender, yaşamdan elini eteğini çekip, telefonu elinden bırakarak, önce Mehmet’e sonra bana içli içli bakıp, başını öne eğdi. Çaylarımızdan birer yudum alıp, müziğin sesini kıstık. Mehmet de sağ olsun devam etti, cevap beklemeden, onu anladığımıza inanarak.Ki bu çok önemli, çok güzel bir duygudur. Anlaşılmak, seni anlamaya çalışan insanların olduğunu bilmek, birileriyle aynı gönül lisanından anlaşabilmek.
Şimdi ağabey, dedi, bazı geceler, gündüzler hangi vakit olduğunu kavrayamadığım yaşamımın herhangi bir diliminde bunu düşünüyorum ve bazen beynimin yandığını, kulaklarımdan kıvılcımlarçıktığını hissediyorum. Düşünsene yaşıyoruz. Başlı başına sade bu fikir bile beni okyanus diplerine, patlamaya hazır volkan ağızlarına, bozkırda kurak toprağın yarıklarına götürüyor. Islanıyor, yanıyor, kuruyorum. Hayat da böyle değil mi ağabey? Hamım ve pişmektasavvufun değil ömrün gereği değil midir? Sorular soruyorum apansız. Cevabını dahi almak istemeden bazen sadece büyük büyük sorular soruyorum.
İskender'le bir müddet soru cevap yaptılar. Biri anlamak diğeri anlaşılmak gayesindeydi. Yine de bazı şeyler için istemek yeterli değildi.
''Ne sorusu?
''Daha iyi yaşamak istiyor musun?''
''Evet. Herkes gibi.''
''Bunun için ne yapıyorsun?''
''Yaşıyorum. Herkes gibi.''
''İşte, bu yüzden hayatına dair hiçbir şey değişmeyecek, herkes gibi.''
Bu cevabı sert bulan İskender, ne diyor bu ağabey Allah aşkına, der gibi bir bakış attı bana. Bu sefer Mehmet eğdi başını öne. Şu dünyanın gam yükünü kaldırmıyor omuzlarım, der gibi. Ayağa kalkıp, çayları tazeledim. Semaverde yanan çamınreçinesi, odunun üstüne çıkmış fokurduyor sonra da yere damlıyordu. İsin ve odunun güzel kokusunu çaya bulayıp, bardaklarını önlerine bıraktım. Rüzgâr bağrımızdaki ateşi ferahlatmak için palazlandı. Önümüzde yanan büyük odunlar da tükenmiş, közlerini bırakmıştıgeceye. Sıram gelince, repliğimi söyledim:
''De hadi deli oğlan ne demek istiyorsan.''
Başını kaldırıp bize bakıyordu Mehmet, gönül gözünün içine bakan birileri olduğunu bilmek ister gibi. İskender de kardeşini aklından çıkaramamış hatta zihninden kılcal damarlara kadar bunu hatırlatmış, gönlü de burnunun direği gibi titremişti.Bunu anladık. Onu tanıyor, yaşadıklarını biliyor ve tüm bunlara saygı duyuyorduk. Gözü dolmuştu. Mehmet ta içinden bir yerden, zihninden, kalbinden, ciğerinden içli ve uzun bir oyyyyyyy çeti. Köze baktı ve konuşmaya başladı belki de pişmeye bilemiyorum. Geceyibitirdi, gündüze gebe kaldı, söylemesi gerekeni söyledi ve yıldızlara selam verdi. İçinde kabaran güçlü dalgalarda boğulmadan…
Yaşamak, içinde umut etmenin, ağlamanın, ihanete uğramanın, şaşırmanın, mutlu olmanın, sincabın, kuşburnunun, egzoz kokularının olduğu bir gündür. İşte tam da bu vakittir. Sorgulayıp,şikâyet edip ne kendimize ne dünyaya dair hiçbir şeyi değiştiremeyişimizdir. Tüm yetkiyi, bankalara, beyaz yakalara, mektup yerine para bastığımız değeri insanı aşmış kâğıtlara bıraktığımız düzenimizdir. Özgürlüğümüzü satıp karşılığında insanlığımızı bıraktığımızşu görünmez fakat hissedilir zincirlerimizdir hayat. Şiir kitaplarının basılmadığı, ensesi ince yazarlara şans tanınmayan, değeri hep öldükten sonra anlaşılan bilim insanlarımız, sanatçılarımızdır, geldiğimiz yer. Androidi bir teknoloji değil kayıp halinegetiren biziz. Ve gençliği heder olmaya mahkûm etmiş, adaletten nasibine düşeni almamaya ant içmiş bir caddedir yürüdüğümüz yol. İstemiyorum bunları. Kozalağı, köyümü, lise arkadaşlarımı, ıhlamurun adaletini, kurdun avını, taş ve kerpiç evleri, yargılanmaktankorkmayarak doludizgin haykırmayı ve bir rahvan gibi dörtnala hayallerime koşmak istiyorum. Lütfen bu zaman dilimi, şu teknoloji çağı, o modern insan yoluma taş koymasın ağabey. Yalvarırım. Saf bir ilim istiyorum, tüm insanlığa. Vicdanlar dirilsin ne olursanki?
Ben derinlere dalmış, elimi hıçkıra hıçkıra ağlayan Mehmet’in omzuna koymuşken, İskender’e kaç paraya kaç gb internet satın alabileceğini yazan mesaj gelmişti.
Tunahan Atalay
Tunahan ATALAY
2020-05-01T05:30:38+03:00Teşekkür ederim. Var olun!
Jean Valjean
2020-05-01T03:39:23+03:00Su gibi aktı gitti.
Bektaş Şenel
2020-05-01T03:21:29+03:00Kalemine sağlık.