Ben kimdim? İçimde gezdirdiğim ölü topraktan başka?


Kendine dönüp baktığında kemiğinin etrafını saran o eti bile çok tuhaf buluyordu. Onun acıması, kızarıp kanayabilir olması garip geliyordu. İnsan olmak için kanlı ve canlı olmayı hiçbir zaman yeterli bulmuyordu, evet ama kimdi o zaman?

Sen kimsin?

Ağaç mı, bir taş, bir damla yağmur, günü bıçak gibi bölen güneş ışığı mı? Gün boyu kafasının içinde dönüp dururdu bu düşünce.

Kişi ne için olduğuna karar veremediğinde göğüs kafesinde bir sancı doğuyordu. Bu dikenli sancıyı doğurduğunda 15 yaşındaydı ve ne olduğunu da bilmiyordu. Kolayca bir şeyleri kabul eden bir çocuk olmamıştı ama bir acıyı ancak kabul eder ve onu severse sakinleştirebileceğine inanıyordu. Önce bu sancıyı anlamak istedi. Günlerce onu dinledi, ona okudu, onu yazdı. Ama yeterli değildi, azalmıyordu. Onu sevmeyi denemedi hiç çünkü bu his daha önce hissettiği hiçbir şeye benzemiyordu.

Canını yakanı sevemezdi. Gün geçiyordu ve artık bu sancıya yumdu gözlerini. Daha önce neyi yapıyorsa onu yapmaya devam ediyordu. Hayat o istemese de akıyordu. Düzinelerce vagonu vardı. Ama artık bu vagonları yakalamak için bir istek uyanmıyordu içinde. Hayatının vagonlarını hiç yakalayamadı zaten. O hep ya bir önceki günde ya da kendine en yakın olan vagonu yakalamaya çalışırdı. Yakın olan vagonun adı "dün"dü. Bu acıydı. Ama itiraf etmedi hiç kendine. En azından o yaşında.

Sonra bir gece o soğuk uykusunu tekrar uyudu. İç ısıtmayan, dinlendirmeyen.

Sabahında ağlayarak uyandı. Göğsünün orta yeri bir çığ düşmüş gibi ağır ama bir yangın varmış gibi cayır cayırdı. Sadece "Bu ne?" diye sordu o çıplak korkusuyla.

Ağladı, ağladı, ağladı.

Öğrendi bir sancı nasıl doğar ve ne yapar insana.