Kırsal bölge insanıyım ben: uzun süre köyde yaşayan geleneksel kırsal bölge insanlarından bir köylü. Çok küçük yaşta başladım çalışmaya. Savaş zamanıydı; okumayı tamamlayamadık. Yedi yıl okula gittim, sonra çalışmaya başladım. On dört yaşımda. Sonra da askere gitme zamanı geldi; donanmaya girdim. Sinematografi Enstitüsü ancak bundan sonra girdi yaşamıma."


Vasili Şukşin, önsözde kendini böyle tanıtıyor. Köyde yaşayan biri olarak devam ettiği sinema hayatında da yazarlık hayatında da kırsalı ele alan bir isimdir. Köylerin giderek kentleşiyor oluşundan da yakınan bir isim. Kitabın içinde 12 tane öykü yer almaktadır.

Şuşkin'in sinemacı kimliği ile bilinir, öykülerini okurken zihninizin bu öyküleri çok kolay görselleştirdiğine şahit olacaksınız. Zaten senaryo yazıları gibi öyküler oluşturan bir isim Şukşin, o yüzden kolay ve güzel okunan öyküler içerdiğini söyleyebilirim. Kırsal bölgelerde yaşayan insanların hikâyelerini dinlemek kırsalı seven biri olarak bana çok iyi geldi ama sizler için bir şey diyemem, nereleri sevdiğinize göre değişir bu durum..

Yurdanur Salman, kitabı İngilizce'den çevirmiştir. John Steinbeck, Salman Rüşdi, Susan Sontag, Erich Fromm, John Berger, Mark Twain gibi isimlerin de kitaplarını çeviren Yurdanur Salman'ı bu sene, mayıs ayında kaybettik. Yabancı yazarları okurken genelde yazara odaklanıp gidiyoruz ama çeviren kişi de bir o kadar önemlidir. Çok iyi bir dil hakimiyeti olduğunu ve çok akıcı bir çeviri gerçekleştirdiğini belirterek anmış olalım.


"Yaşlı bir adamım ben, elbet, ömrümde yalnız üç kez gittim oraya, belki de anlayamıyorum. Bin bir çeşit eğlence, pırıl pırıl ışıklarla dolu kent, doğru. Çekiciliğinin nereden geldiğini bilmiyorum; gene de bu yüzden kenti kötülemek aklımın ucundan bile geçmez. Bir insan kentte yaşamak istiyorsa, orada yaşasın. Bana gelince, ben burayı seviyorum. Ama onlar buraya gelir gelmez, her şeyi küçümseyip buranın çok sıkıcı, berbat bir yer olduğunu söylüyorlar. Neden birazcık daha yakından bakmıyorlar! Gözlerini açıp bir şeyi iyice görmeden, kentlerini övmeye girişiyorlar. Oysa karıncaların nasıl yaşadığına bir bakın, örneğin. Ya da başka bir hayvanın. Hiç değilse merak eder de bakar insan yahu. Sonra da şöyle bir durup sorar kendine; yaşam konusunda ne biliyorum ben, diye. Siz kalkıp büyük kentle ilgili peri masallarını anlatmak istiyorsunuz bana, öyle mi? Ya ben de size tüm bildiklerimi anlatmaya kalkarsam! İnsanlar beni dinlemiyorlar ki. Sen köylü olduğun için, gözlerini fal taşı gibi açıp seni seyreden onlar oluyor her zaman. Ama işlemez bana bunlar. Şık papuçlarınızla kaldırımlarda salınmanız hiç de etkilemiyor beni.

...

Kent yiyip bitirecek hepinizi, iliklerinize dek. Aptallığınıza baktıkça yüreğim parçalanıyor, ama elimden bir şey gelmiyor ki. Doğru dürüst konuşulmuyor sizlerle."


Yukarıdaki metin, kitaba adını veren Yaşamak Tutkusu adlı öyküden. Biraz benim bildiğim kentlere değinmek istiyorum. Hayatımın yarısı köyde, yarısı kentte geçti. Kentten kente değişir elbet, farklı farklı kentlerde de yaşadım ama genellikle kentte yaşamaktan nefret eden biriyim. Özellikle hafta sonu çarşı tarafından geçmemek için evden dışarı çıkmayan biriyimdir. Karıncalar gibi hareket eden ama birbirlerine değmeden geçip giden, birbirlerine yararı olmayan kalabalıkları seyretmek pek hoşuma gitmiyor artık. Kent yaşamında tüketim birinci uğraş alanıdır. Kazandığınız paranın harcanacağı yerler en başından bellidir. Çok kazanmak için birilerini dolandırmanız gerekir ya da sırtınızı bir siyasiye, bir rüşvete dayamanız gerekir. Az kazanıyorsanız şayet birilerini dolandırmanın vebalini almak istemiyor ya da "namuslu" geçiniyor, bile isteye ezile ezile sabredip duruyorsunuzdur. Ama isyan etmek, neden bu düzen böyledir diyerek işi eyleme dökmek gelmez içinizden, çünkü siz ayrı ayrı kalabalıklar arasındaki yalnızlarsınız. Tek başınıza hiçbir şeysiniz.


Kentlerin avutucu tarafı, ışıltılı yönleri çoktur. Buna yönelenler gerçek hayattan kopuk bir şekilde yaşamaya, elindekini tüketip mutlu görünmeye devam eder. Ama etrafındaki beton yığınları için yorumda bulunmaz. Sabah uyandığında bir tane kuş sesinin bile olmaması onu rahatsız etmez. Çünkü kafasını kaldırıp ne çevreye ne de gökyüzüne bakmaktan acizdir. Basit kişilik rollerine bürünüp tüketme, sanallaşma, klavyeleşme çağında doğal olan bir şeyin yaşama hakkına sahip olduğunu düşünmek bile istemez. Ağaç kovuklarında da mantar yetişebileceğini bilmezler.

"Biraz daha sonra, güze doğru geliriz. Mantarlar da olur o zamana kadar. Size biraz salamura mantar getirir, biraz da topalak reçeli yaparım. Moskova'da her şeyin hazırı var, biliyorum. Ne de olsa benim burada yaptığıma benzemez."

Babalarından, dedelerinden kalma bir köyleri vardır. Ellerinde telefonlar, tabletlerle giderler köylere ama artık telefon, tabletin girmediği köy kalmadığı için bu aletler de işe yaramaz dağda, çayırda nasıl koşulacağını bilmediklerinden, etraftaki hayvanları tanımadıklarından en önemlisi de temiz havanın ne olduğunu bilmediklerinden köylerde sıkışıp kalırlar. Gitmek, özgürlük kentlerine gitmek isterler. Giderler de, dört duvar arasına sıkışmış bir özgürlüğün avantajını sonuna kadar kullanırlar. Bir gün ellerine bir kitap geçer Çehov'un Bozkır öyküsü mesela... Onlarca sayfa doğa betimlenir, kuş cıvıltıları dolar satır aralarına ama bir şey hissedemezler, fırlatıp bir köşeye atarlar o kitabı. "Güvenli" kent alemlerine geri dönerler. Sanırım kent yaşamı için yapabileceğim en iyi tanım : "İnsanı duygusuzlaştırıyor." Etrafta hep aynı donuk, tepkisiz suratlar, birine, bir merhaba demenin karşı taraf da bir istiyor gibi görünmek anlamına geldiğini, kimseye dokunmadan geçip gitmenin kent kurallarından biri olduğunu öğreniyorsunuz. Yabancılaşma, önce kent kalabalığından sonra kendinizden.


Şukşin'in karakterlerinin bazıları da kente gitmek için can atıyor. Uçağa binmek, Moskova'ya gitmek istiyorlar. Gitmek...


"Akşam çöküyordu. Cadde, her zamanki gibi hareketliydi. Bir tramvay vınlayarak geçip gitti köşk evi dönerken boynuzundan aşağı kırmızı bir kıvılcım seli döküldü. Trafik ışıklarında bir dizi araba birikmişti: ışıklar arabalara şöyle bir göz kırpınca, hepsi birden hızla caddeden aşağı atıldı. İnsanlar kaldırımlarda yürüyorlardı. Aceleyle.

Garip. diye düşündü profesör. Nereye gidiyoruz böyle acele, durmadan? Hiçbir yere değil herhalde?"


Gitmek. Hiçbir yere değil herhalde? Kentler her zaman gidebilecek yerler olarak kalacak ama doğadan kopan bağları onarmak pek mümkün olmuyor, o yüzden Şukşin'in bahsettiği duruma:

"İnsanın içi de ölür. Dışardan bir şey yokmuş gibi görünür; ama içinde yaşam kalmamıştır, bitmiştir." düşmemek için doğayı da en az kent kadar önemsemek gerekir diye düşünüyorum.


Son olarak Henry David Thoreau'nun

Doğal Yaşam ve Başkaldırı kitabından bir alıntı ile bitireyim:


"Ağaçları kesilen kuşlardan ötmesini bekleyebilir misiniz?"