Aklımı uzun zamandır kurcalayan bir soru var: Bir ömür kaç kez yaşanır? Cevabı baştan vermeliyim ki yazının devamı boyunca düşünsel uğraşınızda bir köşebaşı tutmuş olsun kelimelerim. Bir ömür en az iki kere yaşanır. “Bir kere yaşadık da ikincisi mi kaldı?” deyişinizi duyar gibiyim. Düşünceniz kulağımda küpe, sözüme devam edeyim. Birinci yaşayışı biliyoruz aslında. Ama kısa bir şekilde üstünden geçmeliyim. Hani şu her sene, seneidevriyesini kutladığımız doğum günü ile başlayan resmi tarihimiz. Tabii 29 Şubat'ta doğacak kadar şanslı değilseniz ve erkenden okula gider, sigorta girişi evvel olur diyen kurnaz bir babanız yoksa. Doğumunuz ile başlayan bu yaşamak öyküsü, mezar taşına iliştirilen bir sayı tamlaması ile son bulur. Kulağımız annemizden aşinadır “Taşa oturma soğuk çeker.” ve benzeri minvalde sözlere. Bilmem hatırlar mısınız? Yaşamak için oluşturulmuş, hani o resimlerimizde bacası yaz kış tüten sıcak evlerimizin çeşitli yerlerine mermer yaptırırdık. İşte bir mermercide, bir mezar taşına rastladığımda annemin o sözüne ikna olmuştum. Ölüm tarihi denen bir soğuk tamlama ile hayat bitiverir. Dünya için küçük, insan için büyük bir zaman dilimi olan bu aralıkta böylece birinci kez yaşar insan. Birçok şey yapar ve birçok şey de yapamaz. Zamanında bir ressam tanımıştım. Şikâyet eder bir şekilde insanların resimlerinde çizdiklerine baktığını söylüyordu. Oysa “Çizdiklerimden çok çizmediklerim benim,” diyordu. Ne kadar haklıydı. İnsan yaşadıkları kadar yaşamadıkları da değil miydi? İşte insan bir kere böyle yaşıyor. Kulağımız bir bir giden yakınlarımızdan aşina, gözümüz ise aynada kendimizi gördükçe entropi denen fizik ilkesinin keşfine tanık olmakta. Peki, nedir bu ikinci kez yaşamak?


Yazıyı yazmaya başlamadan, düşünceler zihnimden kalemime henüz daha ulaşmamışken birkaç eser yaşamın o rivayet edilen son anda gözlerin önünden geçmesi gibi beni ziyaret ettiler. Bir yandan Ağır Roman filminde geçen Küçük İskender mısrası zihnimde zonklarken bir yandan da gerçeküstücülük denen akımın sanırım yegâne denebilecek temsilcilerinden biri olan Rene Magritte’nin İmgelerin İhaneti tablosu gözlerimde beliriverdi. Kısaca bu iki eserden bahsetmek istiyorum. Küçük İskender, Ağır Roman filminde hem oynamıştır hem de bir şiiri filmde okunmuştur. Okuyan kendisi değildi ama şiirin hissiyatına gayet selam eden bir okuma seyirciye sunulmuştu. Şair mısrasında “Şimdilik, ölümüne kadar hayattasın,” diyordu. Çoğu zaman filmden bu kısa şiir sahnesini dinler, iyi hissederdim. Ama manasını anlamam ve -belki de anlamak gibi iddialı bir laf kullanmazsam- yorumlamam çok geç olmuştu. Film mahalle kabadayısı olan karakterin öldürülmesi sonrası, öldüren kişi ile filmin başrolünün mahallenin saygı görecek ve baş eğilecek yeni kabadayısının kim olacağı mücadelesini konu alıyordu. İkinci yaşam konusu için anahtar oluşturan bu konuya girmeden ikinci esere de biraz değinmek lazım. Rene Magritte’nin eseri iki ögeye ayrılabilir. Üstte, ortada bir pipo yer almaktadır. Altında ise Fransızca bir yazı yazmaktadır. Yazıda “Bu bir pipo değildir.” yazmaktadır. Sanatçı burada pipo ile piponun resmi arasındaki ayrımı yüzümüze bir nevi vurmaktadır. Gördüğümüz sadece bir imge-temsildir. Piponun kendisi değildir. İmgeler bu noktada bize ihanet etmektedir. Başka bir eserinde de bu durumu daha göze çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Kavrayış tablosu olarak bulabileceğiniz bu tabloda ressam, masanın üstünde bulunan bir yumurtaya bakmakta ve elinde olan fırçayla tablosuna dokunmaktadır. Tabloda ise bir yumurta yoktur. Evet, doğru duydunuz. Tabloda bir kuş resmi vardır. İmgelerin İhaneti ikinci kez karşımızdadır. Biz o tabloyla karşılaştığımızda yumurta artık kuş olmuştur. Resmin yorumlayıcıları, sanatçının yumurtadaki potansiyeli vurgulamak için böyle bir çizim yaptığını söylerler. Oysa bu ayrım temsil ve gerçeğin -ki gerçeğin de ne olduğunu tartışmak lazım- birbirinden farklılaşması ya da ayrıksılaşması durumuna vurgu yapmaktadır. Gelelim şimdi ilk esere. Filmde aslında kendi kahramanlık hikâyesini oluşturmaya ve hikâyesini kurmaya çalışan bir karakteri görmekteyiz. Bunu benzer bir şekilde Türk destanlarında, isim verme meselesinde de görürüz. İsim vermek için çocuğun bir kahramanlık yapması beklenir. Hikâyesini yazmaya başlamalıdır ki ismi konulsun. Burası iki yaşam arasında net bir ayrımdır. İleride bir daha vurgulayacağım tabii. Şair, “Şimdilik, ölümüne kadar hayattasın,” demişti. Bunu tersten okumaya çalışalım. “Sonrasında, ölümden sonra da hayatta olacaksın.” Peki, ne zaman olacaktır sonra? İsim koyma mevzusunda olduğu gibi, başrol mahallenin yeni kabul gören kabadayısı olduğunda ölümden sonra da hayatta olacak, namı yürüyecektir. Filmi izleyenler, Arap Sado adlı karakterin (öldürülen mahalle kabadayısı) heykelinin dikilmesi sahnesini hatırlayacaktır. İmgelerin İhaneti tablosu ile beraber düşündüğümüzde, ikinci yaşamak dediğimiz mevzu gün yüzüne çıkmaktadır. Başrolün tüm yaşadıkları birinci yaşamaktır. Birinci yaşamasında oluşturduğu hikâye ise ikinci yaşamasıdır. Ki ikinci yaşama doğumdan önce başlar, ölümden sonra bitmez. Dilde var olur, yazıya geçebilir, heykel olur, dilde aktarılmaya devam eder. Dilde kurulan hikâye allanmaya ve pullanmaya başlar. Bazı olaylar unutulur, bazılarına eklentiler yapılır. Karşımıza çıkan ikinci yaşamakta, Kavrayış tablosunda olduğu gibi yaşamaklar ayrıksılaşmaya başlar. Unutmadan söylemekte yarar var. Birinci yaşamakta ismimiz verilir, sonra yaşamaya başlarız. İkinci yaşamamızda ise yaşarız, sonrasında ismimiz konulur. Attilâ İlhan’ın da dediği gibi: “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.” Biz de “Ne insanlar tanıdık, hikâyesini dilde kurmuştuk,” diyerek başlangıçtaki sorumuza şimdilik bir son verelim.