34. yaşının ortasında bir şeyi fark etmişti. Yaşamak eşittir hissetmekti. Hissettiğin kadar varsındı ve ancak o zaman dokunabilirdin hayata. Bunu geç fark etmenin hayıflanmalarını yaşıyordu ara sıra. Uzunca bir süre bitkisel bir hayata uyuşmuş duyguları ile yaşıyordu. Ne kendinin farkındaydı ne de duygularının, ne kuşun umrundaydı ne de kurdun… Dünya üzerinden, otomatik pilottaki duyguları ile şöyle bir geçiyordu sanki. Güçlü duyguları vardı oysaki, güçlü hisleri. Ama onları görmezden gelip yok saymakta bir ustaydı. Bastırılan duyguların çaldığı alarmları da. Kendinden ve her şeyden bir haber üzerinden geçiyordu hayatın. Kendisine bu kadar yabancıyken kimse tanıdık gelmiyordu ona. Haliyle aidiyet duygusu da gelişmemişti ve kendini, doğduğu yer dahil olmak üzere hiçbir yere ait hissetmiyordu. Nerede olursa uygundu onun için.

Gel zaman git zaman uzunca süre böyle yaşadı. Hayatında perdeler açıldı, perdeler kapandı. Okul hayatı bitti, iş hayatı büyük sancılarla başladı, kendinden ve değerinden habersiz olduğu için hiç alakası olmayan biriyle kısa bir evlilik yaptı. En sonunda da yalnızlığın koynunda izole bir yaşam sürdü yıllarca. En yakın arkadaşı, baştan sona en az on kere tekrar tekrar izlediği diziler olmuştu. Hayatı oradan yaşıyordu, istediği sıcak dostluk ve aşk ilişkilerini oralarda arıyordu. Bir ütopya kurmuştu kendine ve orada var oluyordu. Sanki böyle yaparak yıllar önce terk ettiği anne karnı sıcaklığına dönmüş oluyordu. Bildiği ve güvendiği alana.

Her şerde bir hayır olduğu gibi içinde bulunduğu bu durumun da hayırlı bir tarafı olmuştu kendisi için. Uzun süreli yalnızlık, kendisiyle baş başa kalmasını sağlamış ve etrafındaki sesleri kısıp, kafasındaki ve yüreğinin derinliklerindeki sesleri duymaya başlamıştı. Bu seslerin kaynağı uzunca süre bastırdığı duygu ve hisleriydi. Her gün biraz daha orada olduklarını ve onu var edenin onlar olduklarını hatırlatıyorlardı durmadan. Bu ses ve ısrarlar meyvesini vermeye başlamıştı. Çocukluğundan bu yana kaybettiği yaşam fonksiyonlarını yeniden kazanmaya başlamış, içerisinde yaşama isteği ve enerjisinin fitilleri ateşlenmişti. Daha çok sevdiği şeyleri yapmaya başlamış, daha çok hobilerine eğilmiş ve attığı her adımla kendi içsel dünyasına bir adım daha atmış ve hisleriyle, dolayısıyla kendisiyle bağlarını güçlendirmişti. Sonra anlamıştı ki hissetmek yaşamanın ta kendisiydi. Artık bir çay içerken, bir Pazar kahvaltısı yaparken, arkadaşıyla sohbet ederken kısacası en basit aktivitelerinde bile en ince ayrıntısına kadar hissediyor ve hislerinin peşinde hayatı düşler ülkesinde gibi yaşıyordu.