Bilindik bir sonbahar günüydü. Çıplak ağaçlar üşüyor, yalnız kalmamak adına dallarını kardeşlerine uzatıyorlardı. Kediler kendilerini duvarlara sevdiriyor, patilerini durmadan çamura buluyorlardı. Bu sisli hava şehri boğuyor, rüzgar da olur olmadık yerlerde hep aksi insanların tepesinde esiyordu. Aynı günün öğleninde odasının perdesini açtı. Pencereyi araladı, odasına ıslanmış toprak kokusu girdi. Bu koku onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Sıradanlaşmış bir rutini yerine getiriyordu sadece. Uykusunu alamadığından mı baktığı yeri görmüyordu yoksa gözleri seçili nesneler ve bireylere mi duyarlıydı ? Bu ayrımın farkında dahi değildi. Arada bedeni ve benliği "kilitleniyordu" dolayısıyla şimdi pencerenin karşısında ayak bileğini sömüren sevimsiz karıncaya istemeden müsaade ediyordu. Zaman kavramının hayatında silik bir iz olarak varlığı karınca ile bu karşılıksız rahatsız ediciliğin ne kadar sürdüğünü belirsiz kılıyordu. Ancak rüzgar odasında bazı eşyaların yerini gürültülü bir şekilde değiştirince dünyaya indi. Duvardaki içi boş çerçeveydi rüzgara teslim olan. Kalitesiz camın bağrında ne de görkemli duruyordu... Hoş göründüğü bile düşünülebilirdi. Yere düşen çerçeveyi ve yansımasını aldı. Tek elle tutulabilecek kadar sağlam ve tüm olan çerçeve, avuçlarında neden yol yol kırmızılıklar bırakmıştı? Bu kırmızı yollar bir kedi kadar akışkan, mor çiçekler yetiştirecek kadar da verimliydi. Bu renkli havayla yaklaştı kendine. Alnını dik bir şekilde ikiye bölen sınır ve doğalı bir asır olmamışken bu derin çizgiler kronik öfkenin ve memmnuniyetsizliğin hatırası idi. Dokundu izlere, içini külle dolduracakmış gibi. Oysa tüm benliğini boşaltsa faydasızdı.
Evden çıkmak için pek vakti yoktu. Masanın üstündeki nerden geldiğini hatırlamadığı belli ki birkaç gündür yeri dahi kımıldamadan duran susamlı kurabiyeleri fark etti. Kurabiyeler var oldukları süre boyunca hep en güzel masa örtülerinin çiçeklerle, gülüşlerle, keyifli sohbetlerle süslenmiş yerlerinde parlak ,temiz, ihtişamlı tabaklarda mutlu, kibar, iştahlı ağızlarla tadılmışlardı. Bu sabah üzerinde örtü olmayan bir masanın sırtında, plastik bir saklama kabında, sırf midesi boş kalmasın diye uzanılan el susamlı kurabiye için bir devrim, bizimki için işlevsel bir hamleydi. Boğazını saran kuruluk ve boğuculuk hissinin geçmesi için bir göle eğilip su içmeliydi. Ama o sadece şişenin dibinde kalan ısınmış ve içinde büyük bir senfoni yaşatan yudumluk birayı tercih etti. Pek tatmin olduğu söylenemezdi ancak nefes alıyordu ve bu yeterliydi. Çıkmadan mutfak lavabosunda gargara yaptı, kapının yanında duran hırkayı ve içini hiç boşaltmadığı sürekli olarak yeni bir şeylerin eklendiği çantasını alıp çekti kapıyı. Bu hızlı adımlar onu nereye götüreceğini biliyordu.