DİP


Umut etmenin başarmanın yarısı olduğunu kanıksayarak büyümüştü. Gerçekten inandığı sürece başaramayacağı hiçbir şey yoktu, olmamalıydı! Başarıya giden yolun en temel taşı inançtı çünkü. Böyle öğrenmişti. İnanmak başarmanın yarısıdır. Ne kadar güçlü bir cümleydi bu. Muktedir olabilme umudunu tüm vücuduna yayar, yaşama sevinciyle dolmasına yol açardı. Ama bugün bir basımevinin kaldırımında sigarasını içerken anımsadığı bu cümle, kuru bir lakırtıdan fazlası değildi. Yıllar önce izlediği bir filmi anımsadı. Şöyle diyordu başrol: "Tarih testinden A aldığımda her şey olabileceğime inanırdım. Hiçbiri olamadım." Ne haklı bir serzeniş, diye düşündü. Çağın vebası da buydu belki. Yüzyıllar boyunca insan dünyayı gördüğü kadar bilirdi ve gördüğü her şey ulaşılabilirdi. Simdi ise şeylerin görünebilirliği ve var olabilirliği arasındaki pergel açıldıkça açılıyordu ve mükemmel hayatlara inandırılarak büyüyen çocuklar imkanlar deryasında bir imkansızın tutsağı olarak kayboluyorlardı.


Oysa ne kadar uğraşmıştı bu öykü için. Gece gündüz demeden yazmış, ilmek ilmek dokumuştu hikayesini. Filizden dahi feragat etmişti. Ah filiz. Güzel Filiz. Gözlerindeki o mahur bakışıyla nasıl da yer etmişti dimağında. Onunla uyanmadığım bir sabaha değseydi bari diye düşündü. Yalnızca bir sabaha… Sigarasından çektiği her nefesle artıyordu tükenmişliği. Bir yanda verdiği emekler bir yanda gelecek düşleri... Paramparça olup avuçlarına dökülüyordu adeta. Birini kurtarmak için çabalasa diğerini büsbütün yitirecekti. İkisine de uzatsa ellerini, yetemeyecekti. Toparlanıp ayağa kalksa iyi olurdu belki. Dinleyebilse kendini, iyileşebilirdi. Ama nafile... Her zaman üç nefeste biten sigarası şimdi tükenmeyen saatler vadediyordu. Bitmiyor, içtikçe onu karanlığa hapsediyordu. Nereden bulaştım bu illete diye düşündü. Efkarıma deva olacağı yerde perçinliyor. Ben onu tüketecekken o beni tüketiyor.


Sigaraya başladığında henüz lise çağındaydı. Babasından aldığı harçlıklarla hem sigarasını alır hem de pekala yaşardı. Babası o zamanlar hariciyedeki işinden ayrılmamış, annesinin gidişi henüz bellerini bükmemişti. O dönemde ailesinden, hayatından razıydı belki ama şimdi o günleri gülümseyerek hatırlayamıyordu. Ailecek oturdukları keyifli sofralar, babasının neşeli halleri, annesinin sıcak gülümsemesi... Hepsi acı veriyordu Levent’e. Yaşadığı zamansız terk ediliş tüm bu anların bir sahtelik ihtiva ettiğine, mutluymuş gibi yaparak ömür tükettiklerine inandırmıştı.


Annesiyle geçen güzel günleri onu mutsuz etse de en acı duyduğu andan, terk ediliş anından dolayı çok mutluydu. Sonrasında içine kapanmış, onu kaleme kağıda iten bir süreç geçirmişti. Gerçek acıların sahte mutluluklara yeğ olduğunun farkına varmış, uçarı bir genç olacakken hayatın ne menem bir şey olduğunu kavrama şansı bulmuştu. Bulmuştu da ne olmuştu sahi? Değmiş miydi uykusuz geçirdiği onca geceye, bu kitabı bitirmek için verdiği onca emeğe değmiş miydi gerçekten? Şimdi bir basımevinin soğuk, taş merdiveninde geçmişini sorguluyor; yaşama yolunda son gayesi olan kitabına sanki kaybolan zamanının, varolamayışının müsebbibi oymuş gibi bakıyordu. Oysa kitabı bir delildi sadece, yok oluşunu belgeleyen bir manifesto belki de... Onu bu noktaya getiren zaman, şimdi onu durup düşünmeye mecbur ediyordu. O soğuk kaldırım taşında yalnızca kitabının yeterliliğini değil, aynı zamanda hayatının niteliğini de sorguluyordu.


Ve bugün, belki de hiç olmadığı kadar berrak bir bakışla geçmişini görebiliyordu. Kısılan gözlerinde tıpkı bir dizi film gibi canlandı hikayesi.


2011 sonbaharıydı. Edebiyat dersi için yazdığı bir şiir büyük beğeni toplamıştı. Öğretmeni gelip tebrik etmiş, şiirini klasiklerle kapışacak ölçüde başarılı bulduğunu söylemişti. Ders saatinde öylesine karaladığı o dizeler nasıl böyle değerli görülebilirdi? Hem şaşırıyor hem de gururu okşanıyordu. Mütevazı bir edayla düşürdüğü göz kapaklarının ardındaki gözleri sanki hep bugünü beklemişçesine parıldıyordu. Yazdığına verilen değerin onu bu denli yüksek duygulara çıkarabileceğini hiç düşünmemişti daha önce. Belki de buydu. Hayatına yön verecek o kutlu amacı buydu. Öyle ya, henüz lise çağındaki bir genç için mutluluğa varabileceği sonsuz kapı vardı önünde. Tek vazifesi ise ona en derin mutluluğu verebilecek olanı seçebilmekti. Önce kendine ve ailesine bir konfor alanı yaratıp sonrasında dünyayı gezecekti belki. Hatta yurt dışında yaşardı bir müddet. Neden olmasın ki? Roma sokaklarında dolaşıp orayla bütünleşecek bir şiir belki. Ya da Kolezyum’u karşısına alıp yazdığı bir tarihi hikaye... Öyle ya, hangi kapıdan gireceğini seçtikten sonra da çatallanıyordu yollar. Yazmak istiyordu evet ama yazmak istediği neydi? Bir hikaye mi, bir roman mı? Belki şiire dökse duygularını, daha içten olurdu. Ya da düşünce yazıları mı kaleme almalıydı? Tüm bunların ötesinde gerçekten tek bir türe sadık kalmalı mıydı? Bir süre bunları düşündü. Emin olduğu tek şey, bu yol uzun ve bir o kadar da manzaralı olacaktı.