MERHABA.

Dünyada pek çok şeyi sevmiş, bir o kadarından da nefret etmişti Levent. Ve nefretinin çoğu, sevişlerinden besleniyordu. Bir nesneye yönelen sevgisi başka nefretler doğuruyordu.

Bir sokak kedisiyle arkadaş olmuştu mesela. Bir yere giderken peşine takılır, ardı sıra dolanırdı. Bir derdini anlattığında anlıyormuşcasına süzülürdü. Hatta anlardı da mutlaka.

Bir sokak kedisini çok sevdi, su dolu tabağa tekme atan nemrut suratlı bakkaldan nefret etti Levent. Okul duvarındaki portre çizimini çok sevdi, onu boyayla kapattırandan nefret etti. Bir şarkı sevdi müziğin sesini kısandan nefret etti. Böyle böyle büyüttü içindeki sevgiyi ve nefreti. Oysaki çok sıradan şeyleri severdi. Herkesin seveceği şeyleri. Buna rağmen her güzelliğin karşısında onu yok etmeye ant içmişçesine dikilen bir kara el olduğunu gördüğü vakit insanlıktan nefret etti.

Böylesine derin ayrılıklar barındıran bir dünyada neden tercih yapmak zorunda olmalıydı ki? Nefret ettiği onca şey arasında sevgisini neden sadece bir şeye yönlendirmeliydi? O düşünceyle karar verdi bazen şiir, bazen bir hikaye ve elbet bir gün bir roman yazmaya.

Toplumun genelinde eskiye nazaran daha özgür olunduğunu kanısı hakimdi. Öyle gençler er daha geç saatlerde eve dönebiliyor, ailelerinden farklı şehirlerde tahsil görebiliyordu. Ama özgürlüğü bu kalıplara sığdırmak ne derece doğru? Bilakis, özgürlük muhteviyatı gereği bir kalıpta durur mu? Artık toplum; insanların ne yapacağına karar vermenin yanı sıra neyden, nasıl mutlu olacağına da karar verir olmuştu. Dünya adeta bir yazılı olmayan kurallar silsilesi. Oraya bu kıyafetle gidilir, şu yemek şununla yenir, kutlamalarda şöyle eğlenilir. Öyle sevilir böyle sevilir. Bütün bu kalıplaşmış yargıların içinde kendine has hikayelerse yalnızlığa terk edilir.

Özgür olduğumuza inandığımız bugünlerin prangaları bunlardı işte. İşin en acı yanı ise bileklerimizdeki zincirlere kendi ellerimizle kilit vuruyor ve anahtar halen bizde olmasına rağmen açmayı düşünmüyor oluşumuzdu.

Hayattaki prangaları düşünürken onu özgürleştiren, olduğu haliyle mutlu olabileceğini hissettiren o günü düşündü. Filiz'le tanıştığı günü. Zaten bir süredir ne gözlerini ne aklını ayıramıyordu Filiz'den. Çaresizliklerle, olmazlarla çevrili ömrü bir onun varlığında huzur buluyor; durup dinleniyordu. Filiz'e baktığında kendi ruhundan izler görüyordu adeta. Bir paralellik hissi sarıyordu tüm benliğini.

Onunla olması gerektiğini hissetse de çekinceleri vardı hayattan. Levent, hissettiği gibi yaşardı yaşamasına. Ama hisleri bu konuda sabıkalıydı.

Var olduğu yere alışması, insanlara kendini açması biraz zaman alırdı ve bir utangaçlık yönetirdi tüm davranışlarını. O gün de tıpkı böyle olmuştu, ne nereye oturacağını bilebilmişti ne de nerede güleceğini. Sohbet ilerledikçe Filiz'in kendinden emin halleri Levent'i de kendine getirmişti.

Artık biliyordu. Yanında kendi olabilecek kadar yanına yaklaştığında Filiz de onda bir yansıma bulacaktı.