Giriş:

İlkokul çağlarında okulların tatile girmesiyle yanına birkaç eşyasını alıp şehirden kaçıp yaylaya çıkıyordu. Yaklaşık iki ay dayısının hanımına arkadaşlık edecekti. Onu ikinci annesi gibi görüyor olmasıyla birlikte yengesi de onu kendi çocuklarından hiçbir zaman ayrı tutmazdı. O zamanlar yaylada şimdiki gibi bol elektrik yoktu. Lüksle ve yengesinin kızılağaç kabuklarıyla tutuşturduğu kuzinenin deliğinden çıkan ateşle aydınlanırdı evin içi. Pili bitmesin diye ihtiyatlı bir şekilde kullanıyordu dedesinden kalma eski radyoyu. Sobanın arkasındaki divanda uyumak en büyük zevkleri arasındaydı; hele de yağmur yağıyorsa keyfine diyecek yoktu.

Sabahları obadaki sütleri toplayıp fabrikaya götürecek arabanın korna sesini duyunca nedense çok heyecanlanırdı. İtiraf etmek gerekirse kasabadan istediği abur cuburları getirip getirmediğini merak ettiği için heyecanlanıyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla uyanıp kendince yengesine yardım etmek için süt bidonunun bir ucundan tutup arabaya kadar götürürdü, sonra yarı uyanık vaziyette tekrar sıcak yatağına dönerdi.


İkinci uyanışında yengesi genelde kahvaltıyı hazırlamış olurdu. Yengesinin mıhlamayı masaya koymasıyla birlikte o kokuya uyanıyordu. Tahminen uyanışından birkaç saat önce emektar tavuklar tarafından üretilmiş yumurtaları kahvaltıda güle oynaya yiyecekti. Tabii o zamanlar kahvaltı şimdiki kadar anlamlı değildi onun için ama yaylada yapıldığı için şimdi düşündüğünde bile tadı kendini hatırlatıyordu. Şimdiki kahvaltılarla arasındaki farkı belli ediyordu.


Kahvaltı sonrası evin küçük çocuğunun asli görevi olan inekleri otlatma görevini üstlenirdi. Aslında görevi yayladaki diğer çocuklara göre çok kolaydı çünkü onlar meraya gidiyordu. O ise evin etrafındaki tellerle çevrili alanda ineklere göz kulak oluyordu. Bir ineğin geviş getirmesini merakla izlerken diğeri kendini unutturup sessizce komşunun lahanalarını yemeye gidiyordu, tam o sırada balkondan "Uşacuğum ha bu sığır yine karşıya geçti, git getir onu." nidasını duyuyordu ve hemen boyundan büyük değneğini alıp koşuyordu, firari ineği geri getiriyordu.

Obada hava durumu dakikası dakikasına uymuyordu; bir bakıyordun güneş tenini yakıyor... Ama an geçmiyor ki duman gelmesin, yağmur yeri dövmesin... İnsan neye uğradığını şaşırıyordu. Bu değişken hava koşullarında şehirde giyilen, arkası ışıklı spor ayakkabılar ihtiyacına cevap vermediği için bir kenara bırakırdı ve her türlü hava şartında giyilebilen, kimi zaman okul ayakkabısı kimi zaman günlük ayakkabı, bot, top oynama ayakkabısı olan lastikleri ayağına geçirirdi. Buradaki insanların mütemmim cüzü gibiydi, güven verirdi lastik. Onun içinse bir kabulleniliş gibiydi çünkü yaylada herkes lastik giyiyordu ve o da lastik giyenler kervanına katılarak onlara uyum sağlıyordu.


Şehirdeki insanlardan ziyade yayladaki insanlara benzemeyi seviyordu. Çünkü onların davranışları gerçekti. İçinde bulunduğu durum şehirde yaşayan bir çocuk için farklı bir durumdu. Şehirdeki beton yığınlarından sıyrılıp bir anda bulutların üzerine çıkabiliyordu. Çimene oturup ayaklarını uzatıyor, sevdiği şarkıları söylüyor, hayal kuruyordu. Lastikleri karaydı, çamurluydu ama yaşadığı çocukluk ve hayalleri bir o kadar saf ve temizdi. 



Dipnot: Kendimce kaleme almaya çalıştığım öykümün giriş kısmıdır. Devamı gelecek.