Çoktan sabah olmuş, obada herkes bağ bahçe işlerine dalmıştı. Şamil sütçünün korna sesine uyanıp soluğu Tayland’ın yavrusunun yanında almıştı.


Şamil beyaz tenli, siyah saçlı, hafif tombul yanaklı, çelimsiz bir çocuktu. Yediği onca yemek sadece yanaklarına yarıyor, üzerine göre kıyafet bulmakta güçlük çekiyor, bu durum Terzi Kamil’in işine geliyordu. Babasının mesleğinden ötürü şehrin merkezinde bir apartmanın altıncı katında yaşıyorlardı. Her yıl eylül ayı ile haziran ayı okuldan eve, evden okula geçen Şamil için yayla, özgürlüğün en anlamlı karşılığıydı. Şehrin kalabalık olması, güvenli olmaması ve trafiğin aşırı yoğun olmasından ötürü de dışarı tek başına çıkması imkansızdı. Ama yayla öyle değildi. Sabah evden çıksa gece yarısına kadar istediğini yapabilir, oradan oraya koşturabilirdi. Anne ve babasının aynı köyden olması işine geliyor, her yaz acaba hangisine gitsem diye düşüncelere dalmıyordu.


Yine yağmurun yeri dövdüğü bir sabah yengesinin sesi yankılandı tüm obada. “Uşacuğum yağmur çayırları hep ıslatacak. Git çağır evdekileri de yağmur şiddetini artırmadan çayırı toplayıp üstünü örtelim.” Şamil bir hışımla eve koşup evdekileri çağırdı. Herkes eline tırmıkları almış serili çayırı topluyordu. Bir yandan da toplanan çayır kumul edilip sonrasında çullarla örtülüyordu. O sırada karşı yamaçtan geçen Belkıs aba ve torunu Şeyma da yardıma koştu. El birliğiyle yağmurun yeri dövmesi artmadan çayırlar kumul edilip, üstleri örtüldü. Yaylada bu olay çok sık yaşanır, oba halkı ne zaman çayır kesilip de onu kuruması için serse yağmur, haberi alır almaz gelirdi. Yağmurun dinmesi, güneşin kendini göstermesiyle birlikte çayır kumulu bozulur, yeniden serilirdi. Tüm bu olanları büyük bir hayretle izlerken gözleri Şeyma’ya takıldı. Onu yaylada ilk defa görüyordu. Önceden görmüş olsa mutlaka tanırdı. Bir müddet sessizce onu izlemeyi tercih etti. Sonrasına yanına yaklaşıp,

— Merhaba, ben Şamil. Yayla macerasına yeni katılmış olmalısın, dedi

— Evet, ben babaannemle ilk defa yaylaya geldim.

— Şu gördüğün evin en küçük üyesiyim. Yaşım on bir. Her sene yazdan gelirim yaylaya ben.

— Ne güzel, ben yazları hep anneanneme giderdim. Orada yaşıtlarım çok, sıkılmam diye. Bu sene annemler babaanneme yolladı.

— Ne güzel. Bizim yaylamız çok güzeldir. Sabahları sütçü Basri emicem horozdan önce uyandırır kornasıyla.

Şamil ve Şeyma kendi aralarında konuşmaya devam ederken Şengül aba topladığı çalı çırpı ile kuzineyi yakmış fırınına ekmeği sürmüştü bile. Devam eden muhabbet susamlı ekmeğin kokusu ile bölündü ve sanki hiçbir şey olmamış gibi Şamil Şeyma’yı oracıkta bırakıp yengesinin yanına koştu. “Yenge bana susamlı ekmeğe tereyağı sürüp versene, mis gibi de koktu vallahi.”

“Uşacuğum az sabret daha pişmedi ekmek. Sen git arkadaşlarının yanına, ben pişende seni çağırırım.” Şamil hafifçe onay verir şekilde başını salladıktan sonra bir koşu Şeyma’yı bıraktığı tarafa koştu. Şeyma bıraktığı yerden az ötede babaannesi ile yürüyordu. Arkasını dönüp Şamil’e el sallayıp oradan uzaklaştı. Oysa Şamil ona daha Tayland’ın yavrusunu gösterecekti. Az ötede bahçede fasulye toplayan kuzeninin yanına gidip:

— Derya aba, Belkıs abanın torunu Şeyma var ya...

Derya elindeki fasulyeleri kucaklığına koyup alnındaki teri sildikten sonra,

— Var.

Derya bunu dedikten sonra hafif gülümsedi.

— İşte o kaç yaşında Derya aba?

— Seninle yaşıt. İstanbul’da oturuyorlar. Belkıs abanın polis oğlunun en küçük kızı o.

— Niye sordun?

— Immm... şey... hiç, öylesine...

— De bakayım bana sen aşık mı oldun yoksa bu kıza? Korkma len ben kimseye demem, olduysan de bana.

Şamil bu soru ve duydukları karşısında kızarıp bozarmış olanca kuvvetiyle oradan uzaklaşmıştı.


İkindiden sonra yengesi ekmeğin ilk harının çıkmasıyla onu dilimlere ayırıp içlerine tereyağı sürdükten sonra bir tepsiye yerleştirip obanın düzünde oynayan çocuklara dağıttı. Şamil kendisine verilen ekmeği bitirip ikinci bir dilim istemeye niyetlenecekti ki yengesinin tepsi o istemeye kalmadan boşaldı. Çocuklar yengesine teşekkür ederken, o ise çocuk aklıyla ikinci dilimi yiyemediği için yengesine küsmüştü. Durumu fark eden yengesi “Uşacuğum üzülme, ben yarın gene yaparım.” diyerek evin yolunu tutmuştu. Akşam ezanına yakın bir vakitte Tayland’ın yavrusuna bulduğu isimde karar kılıp bir kağıda renkli boyalarla “Bozkurt’un Odası” yazıp ağılın kapısına astı. Bunu annesinden görmüş, annesi de kardeşi doğunca oda kapısını bu tarz bir kapı süsüyle süslemişti. Sabah olunca ilk işinin Şeyma ile yeni doğan atını tanıştırmak olmasına karar verip eve doğru koşmaya başladı. Akşam sofrası kurulmuş herkes masanın başında çorbasını yudumluyordu. Ellerini yıkadıktan sonra sofraya oturdu. Derya abası söze girdi:

— Anne, hani Belkıs aba torununu getirdi ya bugün, neydi onun ismi?

— Şeyma. Çok tatlı bir kuciğaz. Ne kada da beyudi. En son görende oni kundakta idi.

— İşte o Şeyma var ya anne...

— Ne olmuş ona kızım? Lafi geveleme da ne diyeceksen de bagayım.

Derya annesine bir şey demeye kalmadan Şamil yengesine doğru dönüp şöyle dedi:

— Yok yenge, bir şey olmamış ona. Derya abam çok sevdi onu herhalde. Hem ben yarın inekleri otlatma işini almam baştan diyeyim. Yarın atlarımı yıkayacağız dayımla. Çayır kurursa siz onu Hakan abimlerle toplarsınız.

— Uşacuğum, tamam tamam sen yıka atlarını. Çayır yarına kurumaz zaten. Ayami gene bozuk gösterdi televizyon.

Bir müddet oluşan sessizlik karşısında yengesi durumu anlamış fakat çaktırmamıştı. Bu sırada yemek faslı bitmiş, Derya sofrayı toplamış herkes kabuğuna çekilmişti. Şamil ilk defa tarifsiz bir duyguya kapılmış, içi içine sığmıyordu. Bir an önce sabah olsun, Şeyma’ya atlarımı gösterebileyim diye dua edip uykuya daldı.


Sabah olmuş, obada ayam** televizyonu yalancı çıkartmıştı. Mızrak gibi bir güneş vardı. Bu güneş çayır kesenlerin işine gelmişti, çayırları daha çabuk kuruyacaktı. Şamil dayısının peşine takılıp ağılın yolunu tuttu. Öğlen ezanıyla ağıldaki işleri bitmiş atlar mis gibi kokmuştu. Dayısı yayla camisine namaz için gittikten sonra Şamil soluğu karşı yamaçta aldı.


Karşı yamacın az ötesinde Belkıs abanın evi ve hayvanları bağladığı ahır bulunuyordu. Şamil yamacın düzündeki taşa oturup Şeyma’yı beklemeye başladı. Amacı Şeyma’yı görünce yanına çağırıp atlarıyla tanıştırmaktı. Kafasında tüm bunları kurarken yanına Hilmi emice yaklaştı.

— De bakayım uşak sen kimsun, kimlerdensun?

— Ben Şamil. Hafızın Osman’ın oğlunun oğluyum. Şu ilerdeki evde yaşayan Mustafa’nın da yeğeniyim. Siz kimsiniz?

— Oooo desene sen bizum hafızın torunisun. Ben da ha bu gördüğün evin sahibiyim.

— Belkıs abanın eşi misin yani?

— He ya sen benim hatunu tanıyor musun?

— Onu yaylada tanımayan yok ki. Herkesin yardımına koşuyor.

— Eeee sen ne bekliyorsun burada? Herkes yayla düzünde oynuyor. Gidip uşaklarlan oynasana.

— Emice ben şey bekliyorum.

— Ne bekliyorsun uşağum? Yamaca sığırları mı otlatmaya geldin yoksa?

— Yok emice. Senin torunun Şeyma’yı bekliyorum. Ona bir şey göstermem gerekiyor da.

Uşacuğum o nenesilan kasabaya indi sabah erkenden. Anca akşama gelirler. Sen bekleme boşuna. Geldiler mi ben haber ederim sana.

Şamil, tamam deyip büyük bir hayal kırıklığı ile oradan ayrıldıktan sonra koşarak eve geldi. Ev halkı kuruyan çayırı mereğe taşımakla meşguldü. Tam o sırada Şamil’in üzgün geldiğini fark eden yengesi ona mutfağı işaret etmiş, o da mutfağa gidince susamlı ekmekle karşılaşmıştı. Yengesi sözünü tutmuş, sabahına susamlı ekmeği yapmıştı. Derya abasından ekmekten onun için kesmesini istedi. Derya ekmeği kesip içine bolca tereyağı sürdükten sonra Şamil’in eline verip, çayıra yardım etmek için evden ayrıldı.



Not: Devamı gelecek.

*kumul: çayırları üst üste yığmak

**ayam: hava