Kendimi bildim bileli yaz mevsimlerini hiç sevmemişimdir. Güneş, sahil, kum, vıcık vıcık hissettiren güneş kremleri veyahut parmak arası terlikler birçok insana yazın huzurunu verse de, benim için ondan soğutan pek çok etkenden birkaç tanesiydi. Tam olarak neden bilmiyorum ama sanırım en önemli sebep, hayatımın her anında meşgul bir yaşamın hoşnutluğunu duyuyor olmam ve kış mevsiminin bu konuda bana her zaman en ideal rutini oluşturuyor olmasıdır. Hayatımın hiçbir anının boşa gitmesini istememiştim ve kış mevsimi benim için bu konuda daha idealdi. Ben tüm gün yatağında uzanıp uyuklayacak türde bir insan değilim. En geç bir iki saat sonra sıkılıyorum. Tüm gün meşgul olmayı seviyorum: Sabahın erken saatlerinde hazırlanma telaşesi, ardından otobüse biner binmez durakta bıraktığım, içimi titreten o soğuk ve bir nefes gibi beni sarıp sarmalayan o sıcaklık… Yollar ardımda kalırken sabahın aydınlık serpiştirdiği o gökyüzü… Dönerken yürüdüğüm yollar, attığım adımlar… Günü böyle soluk alır gibi başlatıp gün içinde koşuşturmak benim sevdiğim bir hayat. Birkaç dakikalık aralarda içtiğim kahve; diz üstü, en sevdiğim çizmelerimle birlikte aynı zamanda rahatımdan ödün vermediğim bir kapüşonlu üst ve güçlü adımlarım… Bunları yapmayı, yaptığımı bilmeyi seviyorum, gün sonunda evime geldiğimde bacaklarımın ağrısını hissetmeyi seviyorum. Kendime termofor ısıtıp yatağıma kıvrılmayı ve yazı yazmayı, üretken olmayı seviyorum ve yaz havasının rehaveti bana bu enerjiyi vermiyor, alamıyorum.

O yüzden üniversiteye yılın çoğunlukla sıcak geçtiği bir şehre gideceğimi öğrendiğimde, zaten istemediğim bir üniversite olmasının haricinde başka bir olumsuzluk olarak üzerine tuz biber ekerek daha açıp bir fotoğrafına bile bakmadığım halde yargılarımı kat be kat arttırmayı başarmıştı çoktan. Doğup büyüdüğüm şehir o kadar sıcak değildi ki buna rağmen yaz bana geçmek bilmezdi.


Büyüdüğüm şehir ile okumaya gittiğim şehir arasında yaklaşık altı saatlik bir mesafe vardı ve birkaç kez gidip geldikten sonra genelde nerede mola verildiğini anlamıştım. Aralarında bir şehirde genelde daha uzun durulurdu çünkü çoğu insan orada inerdi ve otobüsün neredeyse tamamı bomboş olurdu birdenbire. Şehirlerin arası yaklaşık bir buçuk saatti ama o otogardan çıktığımızda kalan yol bana beş dakika gibi gelirdi.

Muavin bavulları alması için yolculara yardım ederken ben koltuğumda bağdaş kurar oturur, tepeme dikilip bana bakan güneşi izlerdim. Kış mevsimine rağmen o güneş hep orada olurdu, ben kendi şehrimden yağmurlarla ve buz gibi bir havayla uğurlanırken bile… Ortadaki kapı açıldığı gibi rüzgarı içeri dolar ama sonra yavaşça salınmaya başlardı. İçime biraz nefes dolar, beni karşılayacak güzel şeyleri düşünürdüm. Ailemden ayrılınca yurt odam paylaştığım üç kıza rağmen bomboş kalırdı, yurt koridorları ilk gün daha bir soğuk olurdu, sanki hayatımın sesi gider, kafama tok bir yalnızlık çökerdi. Korkardım, o otogardan sevinçle giderdim ama değişik bir biçimde o oda yapayalnız gelirdi bana. Bir sevinir, bir üzülürdüm. Ama sanki havanın sıcak oluşu bana iyi gelirdi. O ılıklık bana bir canlılık verirdi ve tam tersi olsa böyle iyi hissedemezdim. O durakta hissettiğim güneş bir çocuğun umudu gibi olurdu. Özeldi, yine özel çünkü o hisleri sadece o an yaşardım. O şehrin otogarında. Ne sonra ne de önce… Sadece orada.


İşte o zaman yaz mevsimine aşık oluvermiştim.