Bu ara herkes bir telaş içinde gibi geliyor bana. Yaz ayları gelirken kendisiyle beraber garip olan o telaşı getiriyor sanki. İnsanlar bir yerden bir yere umarsızca koşuyor. "Ne aceleniz var?" diye sormak isterdim fakat ben de kendimi anlamsız bir koşuşturmanın içinde buluyorum. Sürükleniyorum oradan oraya. Sahi benim acelem ne? İnsanlar, eşyalar her şey birbirine girmiş ve ister istemez bunu çözmek için çabalarken buluyorsun kendini. Yorgunluk sonradan acı acı belli ediyor kendini. Ellerin, kolların hatta o kafanın içi bile yeni eve taşınmadaki o dağınıklık kadar darmadağın. Farkındasın ama bunun içinden elinden bir şey de gelmiyor. Zaten buna ayıracak zamanın bile yok. Tek yapabildiğin karmaşanın içinde kendini fark edebildiğin an o durumdan şikayet etmek. Benliğin tümüyle yorgun ve bitik. Ne etrafında olup biteni anlamlandırabiliyorsun ne de onca şeye anlam verebiliyorsun. Sonra bu zamanları bir şekil atlattığımız anda hepimizin ağızında aynı cümle beliriveriyor: Ne çabuk geçti zaman... Gerçekten o mu çabuk geçiyor yoksa biz mi hızlı yaşıyoruz buna anlam vermek güç. Belki de olan bitene dayanabilmemizin tek nedeni zamanı kibritin yanıp sönmesi gibi geçirmemizdir. İnsanların içindeki o çaresizliği görüyorum desem yalan söylemiş olmam ama bana inanmazsınız. Buna rağmen bildiğim bir şey varsa birilerinin ruhunuzdaki bitkinliği fark edip size sormasındansa aynaya bakıp kendi halinizi hatırınızı sormanız. Diğer türlüsü acı bir bekleyiş olur. Her anı her dakikası bile ayrı yorar. Zaten yorulmuşken üzerine başka bir yorgunluğun yükünü koymanın manası nedir? Ne kadar yorum yapılsa da bu zamanlar biraz sakin biraz da hızlı bir şekilde geçer. Ve yine akıllarda da ağızlarda da o cümle duyulur. Ne çabuk geçti zaman...