Neden aramıyorsun diye tekrarlanan bir an’ın meşum bir sabahında telefon suratıma kapandıktan sonra yaşadığım o hisle başlayan tüm olan bitenler… Bu sefer benim hikayem, kendi kalemimden. İnsanların doğup yaşadığı -sakince- bir yüzyıla sürati yerleştirdi, biri. Hızlandık, koşturduk, son sürat. Bir cisim diğer cisme yetişemiyordu ve diğeri yalnız söyleniyordu. İlk cisim hep tutsaktı, düğümlüydü, uçacaktı daha. Peki ikincisi, söylenen, şikayet eden de tutsak mıydı, öyleydi. Duyguları miskin hislerimle anlayabilirdim. Eskiden. Şimdi pek dikkat etmiyorum. İlle de kendi hislerim. Tutsak olmayan birini tanımadım henüz. Çocukların hayal gücünü baltalayan sözlerimizin doğruluğuna üzülüyorum. İnsanlar uçamaz, kaplumbağalar da uçar ama insanlar uçamaz. Telefonu kilitleyip suya yolladım. Önce havada uçurdum sonra suda dönele dönele dibe batan telefona ömürden çalıp dökülen yapraklara bakar gibi baktım. Yapraklar her sonbaharda ağaçların ömrünü yiyordu, ilk çizilmesi gereken ağaçken biz yaprak çiziyorduk. Telefon çakıldı. Çakılmadan önce hala çalıyordu, benden çalmak, beni neden aramıyorsun diye sormak için. Telefonlar birer yapraktı, zehirli. Balıklar yesin, kelepçelerimi de yesin, yine de ağır metal yediği için asla ölmesin. Hiçbir canlı benim özgürlük arayışıma kurban gitmesin. Hiçbiri benim yüzümden öksüz kalmasın. Biri ölmüş biri de kalmıştı, geçmişte.

Yoldaydım, kimsesizlere öksüzlere üzülen insanların olmadığı bir yolculuk. Bakmıyorduk, göz göze gelmiyorduk. Herkes eksik, tamamlanmışa dikilecek büyülü bir bakış mümkün değildi. Eksiklik mükemmelin gölgesine kurban gitmediği için gayet sevimliydi. Sevimli bir köpekle karşılaştım, tasmasından kurtardığı boynunu sokağa uzatmış, ürkek gözleriyle bana bakıyordu. Ona da bakmadım, göz göze gelmediğimiz kuytu bir anda kucağıma aldım. Yürümeye devam ettik. Tanımadığım kokuların yabancılığıyla bir otele vardım. Otel küçücüktü, sığamadım. Bedenimi de küçültmem gerektiğini düşündüm. Yarın ilk iş deyip çentik attım. Kararlar beni tutsak ederdi ama kararsız bir yolculuğun da nihayeti olmazdı. Yavru köpeği yıkayıp yatağıma yatırdım. Huzurla uyudu. Soyundum. 


Otelin küvetine girdim, soğuk suyu bedenime verdiğimde bedenimdeki cos sesi, olmaması gerektiği gibiydi, uyduruyordum. Çözülme, arınma, gerinme… Artık tüm öğrendiklerimin tersi gibi davranıp aynı refleksleri alıyordum, karşılığında. Tüm refleksler zihnin süzgeçinden geçiyordu, efendiydim. Reflekslerimin ve eylemlerimin efendisi. Odaya çıplak ayaklarımın zeminde yarattığı darbelerle ilerledim. Ayaklarım tokmak, zemin dövülmesi gereken bir halı dedim, kendi kendime, aynada. Çıkıp üzerine geride kalanların üzerinde tepindim. Hırslı değildim ya da kızgın. Yalnızca hayal gücümü kızdırmak istiyordum o kızgınlıkla işlevsel hale gelir diye. Kızgın bir demir yaralara iyi gelir, kelimelere de. Kızmak bir duyguydu ve notası en üstteydi. Kızgınlığı bir parfüme dönüştürmek isteseydi Süskind, o en baskın koku olurdu. Ben de en baskın halime bürünmek istiyordum. 


Efendisine benzeyen silik ve görünmez telefonuma son zamanlarda hep aynı sesler doluşuyordu. Beni neden aramıyorsun. Demek ben, onlar kızmasın diye ilk arayan olmuşum, aramaktan vazgeçtiğim anda konforlarını bozduğum insanlar telefonuma saldırmış. Haklılar. En görünmez kimse en az konuşan, arasın seni ve sen yalnızca anlat. Merhaba Ahmet, iyi ki aradın, bugün çok sinirliyim, patronumla tartıştım, beni şikayet edecekmiş, sen yazarsın, akıllı adamsın, bi akıl versen. Aklım durdu, canı sıkıldı, alelacele kapatmak istedi, yardımcı da olamadım ama dedim, hoşçakal demeden telefon kapandı, elimde bir süre kaldı, ben de kalakaldım, üzülmedim, rencide olmadım, pek öyle huylarım yok, bir süre bekleyip sonrasında anlamsız buldum. Kendimi. İnsanları neden arıyordum? Uzunca düşündüm. Bir zaman gelir işim düşer diye, işim düşünce de aramadım. İşimin düştüğü bir gün yapımcı beni aradı, Ahmet neden aramıyorsun beni dedi, kanal sahibiyle tartışmış, ben bilirmişim, akıl verseymişim, aklım durdu, telefon suratıma kapandı, telefonu suya yolladım. İşimi de öylece kaldı, kitabımın dizisi çekilecekti, çekilmesin, malım yetti, canım daha değerli, canım nereye isterse deyip yola koyuldum, pis bir otele geldim. 


Eskiden en güzellerine gelirdim, paramın son kuruşuna kadar. Yanımda birbirinden farklı arkadaşlarım… Koloni gibiydik. Biz. Hepsinin ortak noktası bendim. Eskiden. Benim paramla gezer benim paramla eğlenirdik.. Ben az eğlenirdim. Hatta hiç. Onlar da Ahmet neden paranla eğlenmiyorsun demezlerdi. Ahmet’in parasıyla en çok ben eğlenmeliyim yarışına girerlerdi. Umursadım. Şimdi umursuyor muyum? Belki. 50.yaş günümde pastadan dansöz çıkmıştı. İyi hikaye çıkar bundan diye düşünüp gülümsemiştim. Okurlarım en aptal hikayelerle eğlenmeyi bilen insanlardı. Yaşıyorum bu hayatı refleksi vardı hepsinde. Bunu bildiğimden ilk defa gülümsemişim. Kaydını tutmuyorum ki. Hayret ettiler, o zaman anladım ilk olduğunu, elimden viskiyi alıp Ahmet sen fazla içme dediler. Eğlenceli ve mutluydular, hepsinden bir hikaye yazıp 10 tane roman kazandım. Ben. Onlar benim paramla eğlendilerse de ben de onlar üzerinden para kazandım. Hepsi geride kaldı. Eğlencelerini bir günde harcadılar. Romanlarımı ölene dek harcayamam. Benden sonra ne olur bilmem. Onu da umursamıyorum. Yazarlar ölmez, yazdıkları gelecek nesillerde yaşar yaşar. Benim bedenim toprakta böceklere yem olurken romanlar aptal bir neslin elinde paralanacak. Üzücü. İlk defa üzüldüm. Yanımda arkadaşlarım olsaydı, ilk defa olup olmadığını anlardım. Yazık ki yoklar, iyi ki yoklar. Uçamadığım hiçbir eylemi önemsemiyorum. Gülmek ve üzülmek, tüm insanların ortak değeri. Ya uçmak?  


Yolda yeni romanlar yazacağım. Bu sefer karakterler sığ olmayacak. Herkes okur o zaman. Okumasın. Kendimi yazacağım. Başaramayanların, bir kaba sığamayanların, özgüvenden nasibini alamamışların hikayesi. Eziklerin de edebiyata ihtiyacı var. Sanat filmleri izliyorum, insanlar benim kadar çaresiz. Hoşuma gidiyor. Elini kaldırıp bardağa su doldurmaya üşenen insanların hikayesini yazarım diye geldim buraya. Giyiniyorum. Haki bir hırka, kahverengi kanvas pantolon ve beyaz bir tişört. Sırtımda sırt çantam, gençlere özenen yaşlılar misali. Miskin olmasam uçma hissiyle gençlerden daha gencim ama bunu onlara anlatamam. Üşenirim zaten. Anlatmaya. Varsın dalga geçsinler. Gençken her şeyle dalga geçip sevgilinizi öldürüyorsunuz. Öksüz kalıyor çocuğu, siz yapayalnız…


Resepsiyondaki kız tanıdı beni, kitabımı okumuş, arkasında resmim varmış. Bir ben bir de Zülfü ağabeymiş. Aferin küçük hanım, okumaktan vazgeçmeyin diyorum kıza. Sonra yürüyorum, arkamdan bakıyor şaşkın. Bu kadar mıydı diyor ellerini yana açıp, bu kadar diyorum, bazen bu kadar. Fazlasını canım istemiyor. Eskiden mal canın yongasıydı, benim için. Şimdi mal candan azade, mezara götüremem. İlle de can. Can demişken size Can ağabeyi anlatmakla başlayacağım. Başlıyor benim hikayem. Uçuşa hazır mıyız. O kadar da sıkıcı olmasa gerek. Can Yücel’le tanışma hikayem öncesinde Oğuz Atay ve sonraları, onlarca yazar, şimdiki benim tükenmiş halime değin.