Ne zaman bir öykü yazsam bir adam hep bir yere gidiyor. Buradayım diye sızlanıyor sonra. Görülmek, bilinmek, kavuşmak istiyor. Kimse duymuyor sesini. Bir yandan ona diyorum, duysalar ne olacak? Ardından bir kaçkın olduğunu hatırlatıyorum ona, başına gelenin kendi eseri olduğunu söylüyorum. Ben bir öykü yazınca karakterlerimi kadınları derhal terk ediyor. İnsanlardan kaçıyor onlar da fakat insanlara muhtaçlar. Bu çıkmazın sonlarında ölün diyorum ben de. Çatılardan atlıyorlar en sonunda. Ölürseniz sevinirim sizler için diyorum. Ölüyorlar. Şimdi onları bir kenara bırakmalı. Cesur olmak istiyorum. Bari bu öykü için... Öyle olsun bu kez. Bir kız vardı orada bir yerde. Güzel bakan bir kız vardı. Büyü gibi seviyorum onu. Sanki çok konuşunca, çok yazınca her şeyin büyüsü bozulacak gibi. Her şeyi sonuna dek tüketmek mi bu, yoksa tadını çıkaramamak mı? Hiç bilmiyorum. Ona bir mektup yazıyorum cesur olmaya karar verdiğim için:


Seni kaybederim diye kendim olmaktan korkuyorum. Bu dünyanın bize güzel bir şey vereceğine dair itimat yok içimde. Yine de seni sevmek istiyorum. Biraz insan oluyorum böylece. Her şeyin bittiği günü düşünüyorum. Korku. Bu korku acı çekmekten çok, sana sesleneceğim bir gün beni duymayacaksın korkusu. Bu korku, sen benden bıkarsın ve ben senden bıkarım korkusu. Her şeyin bittiği zamanlarda seni hatırladığımı bilmemenden... Belki seni hatırlamamaktan, gelecekte ne olacağını bilmemekten, seni de bilmemekten. Bu korku... Korku mu tüm bunlar? Bugün yaptığım, yapmadığım ne varsa yarın pişman olmaktan… Korku mu kim bilir? Seni seviyorum, nokta. Sevgim korkumdan büyük. Olsun, ne olacaksa olsun.


Buruşturup atıyorum bu kısa mektubu bir kenara. Yazarlar günlüklerinde, mektuplarında bile bir başkası oluyor. Gitmek istiyorum.

 

Günlerden bir gün en belirsiz bir zamanda ve yine öyle zamansız bir mekanda bu kez yürüyenin kendim olduğunu hayal ediyorum. Kötü bir semtte yaşadığım için kırları, bahçeleri, ve o kızı hayal edemiyorum yanı başımda. Bu hayal işini on beş yaşında bırakmam gerekiyordu, biliyorum. Bu hayal işine hiç başlamadım da aslında. Olumsuzu kuruyorum sadece. Beş yaşından beri olumsuzluğu besliyorum koynumda. Yürüyorum, bir yere varmayacak bir adamın öykülerini dağıtıyorum sağa sola. Şimdi zaman farklı, biliyorum. Her şeyin sonuna doğduk. Şarkılar da şiirler de öyküler de görmezden geliniyor. Görülse bile çarçabuk tükeniyor. Sevgilere korkular şaibe katıyor. Ama onu seviyorum, nokta.

 

Bir öykü yazıyorum diye evden çıkıyorum. Evimin önünde düz bir sokak var. Sonu büyük bir parka çıkıyor. Sıkışıp kalmışım kendi içimde. O olsa beni anlar mıydı diye soruyorum. Aslında akşam bunu yazarım diyorum. Bunu sormuşum gibi yapıyorum kendime. O olsa beni anlar mıydı? Ama bir cevabı yok. Anlamazdı, anlamazdı belki ama öperdi. Gerçekten kopuş tam burada başlıyor. Umutsuz olmak istemiyorum ancak sorular doluyor kafama. Yaşamak için değil, yazmak için soruyorum, yazmak için düşünüyorum. Kimsenin bulamayacağı o öyküler için gerçeklerden kopmaya değer mi? Değmez. Vazgeçiyor muyum? Cevabın hayır olduğunu bunu okurken anlamış oluyorsun. Ben ne muhtacım yazmaya ne de seviyorum. Bir tembelin alışkanlığından başka bir şey değil bu. Ama biliyorum, bulacaklar beni. Ölmeden bulsunlar. Cevabın bu olmadığını anlamadan ölmek istemiyorum.

 

Bizi içine hapseden o binaların yanından üç beş ağaca orman görmüş gibi sevinen yüreğimle parktan içeri dalıyorum. Beni o hep orada bekliyor. Şiirlerimi ezbere biliyor. Hayır, bilmiyor aslında. Başından bir mısra okursam (Ki benim şiirlerim mısra ile değil, cümleyle başlıyor çünkü iyi bir şair değilim.) gerisini getiriyor. Latife ediyorum ona. “Parklarda boş boş gezerim, göllere taş atarım. Siz de bunlara rağmen seversiniz beni, ne güzel.” Cevap vermiyor. Siyah şişme bir mont giymiş. İçinde kahverengi bir kazak... Saçı sakalı yine uzamış. Gözlerinin altı mor mor. Gözleri çukuruna gömülmüş.

“İçtin mi?” diyorum.

“Evet içtim. Ama soğuktan kafama geçmedi.”

Ona derdin var mı diye sormam hiçbir zaman. Onun hep bir derdi vardır, onun derdi dertsizlik. Hiçbir şeyi yeterince istemediği için kendine kırgın. Sessizliği yıkıyor sonra:

“O kadar başkası oldum ki kendimi hatırlamıyorum bile.”

“Hayır.” diyorum. Onu o kadar iyi tanıyorum ki gerçeğin bu olmadığını biliyorum.

“Sen değiştin sadece, yeni varlığını tanımlayamıyorsun içinde.”

“Bilmiyorum.” diyor. Kaçacak bir yeri olmayınca sığınıyor bu kelimeye. Sonra devam ediyor.

“Çok hata yaptım. Şimdi buradan sonrası için pek güç yok içimde.”

Sigara paketini çıkarıyor cebinden, bu sırada cep telefonuna bakıyor. Birileri aramış yine, birileri tarafından aranmak onu kaygılandırıyor. Gitmek istemediği yerlere çağrılmaktan haz etmiyor.

“Ben isteyince arayım onları, onlar beni hiç aramasınlar ama…”

 Sigarasını içmeye başlıyor. Ben konuşmazsam konuşmaz.

“Hayır, sadece bu cümleleri tekrar ederek kendini bunlara inandırmışsın.” diyorum.

“Doğru.” diyor ilk kez. Bilmiyorum diyerek kaçmıyor. Devam ediyor konuşmaya,

“Kendimi kabul etmeliyim. Bu kadar deyip kenara çekilmeliyim. Bir işe girip kıt kanaat yoluma bakmalıyım. Artık devlet büyüklerine kızgın da değilim. Her kuş uçacak diye bir kural yok bu zamanda. Karabataklar hem uçuyor hem suların en derinine inip rızkını çıkarıyor.”

“Haklısın.” diyorum. “O zaman şikayet ettiğin şey ne, onları da at hayatından, her şeyi kabul ettiysen içinde huzur olmalı.”

“Mutlu olmayı öğretmemişler bize.”

“Hep suçu başkalarına atıyorsun.”

“Tüm suçu sırtlandığım zamanda aslında suç başkalarının demiyor mu insanlar? Çok çalışınca bu kadar hırs iyi değil demiyorlar mı? Eve tıkandığın zaman çık gez, çıkıp gezdiğin zaman çok gezen pabucun bok getireceğini söylemiyorlar mı? Susunca konuş, konuşunca sus. Zor bir işe girince vazgeç, vazgeçtiğin zaman da çabalamalıydın demiyorlar mı?”

Canımı sıkıyor onunla konuşmak. Saçma bir düğümün içinde yine. Onu da bir öyküme alıp öldürmek istiyorum. Ama dünyanın bir yerinde benden habersiz bir şekilde hep yaşayacak.

“İnsanları sevmiyorsan onların dertlerini de yüklenme.” Ayaklanıyorum gitmek için.

“Sen bunu nasıl anladın?”

“Anlarım ben. Sen sevgiden çok acıma duyuyorsun onlara. Başlarına gelen felaketlere üzülüyorsun, tüm insanların olumsuz enerjisini emiyorsun. Aslında dünya fena değil. Bir yerlerde patlayan bombalar, açlıktan ölen insanlar, bunlar seni aşan konular. Hiçbir şey yapamazsın. O kadar tembelsin, bir o kadar da fakirsin ki elinden hiçbir şey gelmez. Hatta yardım bile etmek istemiyorsun, sadece böyle olmasın, her şey yolunda olsun yeter diyorsun. Karışmak istemiyorsun hiçbir şeye ama her şeyin de yolunda olmasını istiyorsun.”

Gözleri doluyor ben bunları söylerken, açığını bulmuşken bastırıyorum.

“Kelimeler bizi yanıltıyor. Her insan kelimelere farklı anlamlar veriyor. Kelimelere güvenme.”

Aklına bir kadın geliyor o anda, belki aynı kadını düşünüyoruz. Kimsenin hayatında olmak istemiyor ama ardında bıraktığı boşlukta dolmasın istiyor. Boynunu büküyor, hüzünlü ama yine de şakasını yapıyor,

“İstemek, ne zehirli kelime. Orta Yol Parti’sini kuralım. İstemek kelimesini tedavülden kaldıralım.”

Uzunca ofluyor sonra, devam ediyor.

“Düzelip döneceğim, bekleseler olmaz mı?”

“Olmaz. Düzelmeyeceksin. Bırak seni isteyenler böyle istesin. Giden gitsin, kalan kalsın.”

“Beni onların böyle istemesini istemiyorum, ben kendimi böyle istemiyorken…”

Birkaç adım ileri atıyorum, arkamı dönüp:

“O zaman böyle yalnız yaşa, şikayet et, sızlan, kimsenin umurunda değil. Seni önemseyen insanları da sevmiyorsun sen, önemsenmeyi sevmiyorsun çünkü. Yalnız kalayım istiyorsun. Üstelik bu düşüncelerle yaşamak istiyorsun. O zaman kimse yardım edemez sana.” diyorum.

“Bilmiyorum.” dediği için bana hak verdiğini anlıyorum.

“Kimse senin istediğin kadar dürüst olamaz, yoksa dünyada düzen mi kalır? Kendimizi bile kandırırız. Hiçbir şey saf değil. Sevgi de nefret de aşk da kelimeler de... En masum bakışların ardından ne şeytanlar çıkar biliyorsun. Kaldı ki sen de iyi bir yalancısın.”

“Baskıyla büyüdüm, yalan söylemeyi okulda öğrendim.”

“Yine yıkıyorsun sorumlulukları…”

Nutuk atmam onu kızdırıyor. Birden çatıyor kaşlarını.

“Benim derdim insanlar değil.”

“Senin derdin insansızlık.” diyorum. Kafasını sola büküyor sinirle.

“Gidiyorum.”

Elini sallıyor bana.

“Sen o çocuk olarak yaptın her şeyi.”

Yine gözleri doluyor.

“Kendine itiraf et ve yeniden başla.”

Parkta dolaşıyorum biraz. Orada oturup bekliyor. Bir sigara daha yakıyor. Dayanamıyorum onu görmeye. Farklı bir öykü arıyorum sokaklarda. Yok. İnsanı çıldırtan bir tekerrür. Yine de şikayetçi değilim. Filtre kahvemi yudumluyorum bir kafede. Böyle şeylerle mutlu olan insanlar var. Böyle şeyler işte. Bir fincan kahveyle, bir kekle, bir çayla... Bizimki ne bekliyor, bilmiyorum. Ona hayatı öğreteceğim. Geceleri uyumayı, gündüzleri erken kalkmayı. Kadere teslim olmayı. Bu pasif direniş, onu yıpratıyor.

Kafenin hemen yanında bir kokoreççi var, eskiden olsa severdim. Şimdi kokusu midemi bulandırıyor. Yine eve dönüyorum. Parkta ona kızsam bile pek farklı değilim gibi ondan. Odama giriyorum. Orada bekliyor beni.

“Seni eve getirdim.” diyor bana. “Seni konuşturan da gezdiren de bendim.”

Gülümsüyor.

“Merak etme, ölmeyeceksin.”