Bir hastayı düşünün… Ölüm döşeğinde olan bir hasta… Ölüm döşeğinde olan bir hasta nasıl son kez kuvvetini toplar da iyileşme emareleri gösterirse; güneş de son kez kuvvetini toplamış etrafı öyle ısıtıyordu. Derler ya, yazdan kalma bir gün. Öyle işte. Hava ışıl ışıl. Sıcak ama bunaltmıyor öyle insanı. Boş bir bank buldum ve hemen oturuverdim. Parke taşların bittiği yer bir adım ötemde. Sonra çimenlik, onun bittiği yerde de kumsal. On beş, yirmi metre ilerimde başlayan, parıl parıl, masmavi bir deniz.


Şimdi bir adam geçiyor. Masmavi, kısa kollu ve üzerine biraz bol gelen bir gömleği var. Kumaş pantolonunun altına -elbette- kundura giymiş tahmini ellili yaşlarda ama saçını da siyaha boyatmış bir adam. Sanki bir ayağını sürüyormuş gibi siyah kunduralarıyla kumları sağa sola saça saça ilerliyor. Sonra, denizin biraz açıklarında iki genç sandalla açılmışlar. Kuşlar cıvıl cıvıl şarkılarını söylerken bir sağa bir sola çeyrek daireler çizerek uçuşuyor, gönüllerince eğleniyorlar.


Evet, hikayeye çok karamsar başladığımın farkındayım. Bundan dolayı da özür diliyorum. (Biraz da edebiyat parçalayalım dedik.) Ama aslında anlattığım şey, Ünye’de sıradan ve de güzel bir sonbahar günü. Hayat, olağan akışında ilerliyor. Gerçi şu, kunduralarıyla kumsalda kumları sağa sola saçarak ilerleyen adam grotesk bir durum teşkil ediyor ama olsun.(Bu grotesk kelimesini de H.G. Wells’in Görünmez Adam romanını okurken öğrenmiştim fırsatım varken kullanayım dedim.)


Şöyle bir kenara durup hayatın akışını izlemek… Gidenleri, gelenleri -ki bu arada iki-iki buçuk metre solumdaki banktan bir adam kalkıp gitti ve yerine beyaz fötr şapkalı, beyaz gömlekli, yine beyaz kunduralı (Bu ayakkabının belki adı farklı olabilir.) orijinal ve nurani ama karizmatik bir duruş da sergilemek isteyen biraz garip bir adam geldi- uçanları, koşanları izlemek… Sesleri dinlemek…


Şiddetle tavsiye ederim.