Bir kovalamacaymış meğer hayat. Hiç durmadan koşup da yakalayamadığım ve hep ebe olarak kaldığım bir kovalamaca. Bitmek tükenmek bilmeyen bir yolun karşıma çıkardığı, yokuş başlarında ciğerlerime soluduğum hayat nefesiydi. Bir dinlenceydi hayat ya da soludukça varlığını hissettiğim, okşayıcı dokunuşlarıyla tenimde gezinen ılık bir esintinin sarhoşça yalpalayışlarıydı belki de. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen son durağı belirsiz bir istikametin bazen engebeli, bazen inişli-çıkışlı, bazen de tozlu-topraklı yollarıydı aşındırdığım. Ve adı hayattı bu garip seferin...

Hayat...

Kimi zaman çekilmez bir hal alır da yine de terk edemeyeceğimi anlarım onu; boyun eğerim hep isteklerine ister istemez. Bazı anlar olur ki boğaz boğaza geliriz de, geç de olsa anlarım değişmez gerçeği. Çünkü bu çetin kapışmada boğan da benim, boğulan da ben. Şikayetim kime? Onu da bilmiyorum işte ama haykırıyorum içe kapanık saatlerde. Sesim sessizliğim, rengim renksizliğim, her şeyim hayat kısacası. Ama ortasını bulamadım işte. Hayatın bazen binbir renkle donatmış olduğu bir manzaranın can damarlarında, bazen de siyah beyaz bir filminin en acıklı sahnesindeyim. Hayatın bazen ruhu şenlendiren sayısız sesten oluşmuş ritmik ahengindeki en zarif dansın aşk kıvrımındayım. Bazen de sessizlik orkestrasının başroldeki siyah pelerinli şefi olup çıkmışım...

Neyse...

Sel olmuşum, akıp gidiyorum isimsiz denizlere doğru. Yaşamak dileğiyle...