Sanırım insanlara kendimi açmak beni içten içe ürkütüyordu. Bu yüzden kendi içimde yaşadığım dünyayı ikili diyaloglar halinde anlatmaya çalışmak yerine, kendime iki dost edinmiştim. Bir kâğıt bir de kalem... Sizi temin ederim ki sizi her zerrenize kadar tanımaya çalışan hiçbir insan kalem ve kâğıt kadar sizi anlayamaz. Çünkü yazma eylemini gerçekleştirmek, elinizde olmadan içinizin size anlattığı duygulardan ibarettir. Hüzünlü olduğum zamanlarda kalemimle dertleşir, derdimi kâğıtlarla paylaşırım. Ben istemediğim sürece bunlar bir başkasına ulaşamaz. İşte bu özgürlüktür, yazmanın sonsuz özgürlüğü… Yazma hayalimi, yıllardır içimde günden güne büyüyen bir tümöre benzetiyorum. Bedenimdeki tüm hücreleri kapsayan, sancıları katlanılmaz hale gelen bir tümör. Bununla başa çıkabilmenin tek yolu yazmak, yazmak ve yazmaktı. Yazmak kontrolsüz bir güçtü sanki. Sizi ne zaman ele geçireceğini tahmin etmeniz mümkün değildi ve bunu bastırmaya çalışmak, içinizde adını koyamadığınız, tanımlanması mümkün olmayan bir huzursuzluk olarak yıllar boyu içinizi kaplayabilirdi. Sizi ele geçirmeyi başardığı andan itibaren konumunuz ne olursa olsun yazmak zorundaydınız. Koşullar önemsizdi, çünkü bu güç tüm koşulları ele alacak kadar acımasızdı. Yazarak var olmak ya da yazmayıp yok olmak zorundaydınız. Elbette yazmak da bir hiçlik belirtisi sayılabilir. Ancak hiç yazmamanın yarattığı hiçlik, yazmayı seçen biri olarak söylemeliyim ki, ölmek dışında bir şey değildi.