Uzun zaman oldu yazmayalı. Yazamadığı zaman insanın düşünmesi de eksik kalıyormuş. Belki de sadece benim için geçerli. Ama öylesine uzun zaman oldu ki düşünmeyeli. Yazmak bile geri getiremez bana sözcüklerin buğusunu. Yazmanın bir rahatlama biçimi olduğunu düşünür, yorulmak için yazardım. Belki de o yüzden saatler geçerken geçen zamanın izini kalemle sözcüklere uçağın gök yüzünde bıraktığı gibi bırakıp bir iz bırakmaya çabalardım. Gerçi o uçakların bıraktığı izler de kısa bir mesafeden sonra belirsizleşmeye başlayıp uçağı takip edemez hale gelmeye başlamıyorlar mı? Yazmak da benim için öyle sanırım. Yazdıklarım beni takip edemeyecekleri bir ip bırakıyor geride kalanlara. Benden başlayan bende bitmeyen. İp ki aklıma hep urganı getirir. Bir idam mahkumuna “empatiyle”... Ya da kefenini takkesinde taşıyan bir kültür için ölümü baş tacı etmekle ölümü hep bir kaçış yolu olarak düşünenlerin sosyopsikolojik karmaşaları beni hep düşündürür. Belki de bu yüzden tekrardan yazmak istemişimdir. Kişinin kendi varlığı yokluğuyla anlam bulurmuş. Çok zaman anlamadığım bir meseleydi bu. Kişi yok olmazsa nasıl var olur ki. Yok olma ihtimali yoku vara dönüştüren cevher. Ve yok olma hali varı yeniden var eden çıkmaz. Peki büyük bir yok olma mı gerekiyor var olmak için ya da büyük bir var olma mı gerekli varı varda bırakmak için. Madde hücre bazında sürekli yeniden yıkılır ve yeniden yapılır demişti zamanında bir bilmiş. Ki zaman gelir artık hücrelerin yeniden inşası yıkıma kaybeder ve büyük kayıp orda başlar. İnsan işte bir gün tamamen yenilmeye başladığında var olurmuş. Ama aslında yok olmamak için her gün yeni baştan yenilmiyor muyuz?