“Çünkü bana öyle geliyor ki, halk kötü bir zevk çıtasına ve aşağılama arzusuna sahip.” 



Bartleby ve Şürekası okuyorum bir süredir ve bana yazmayı bırakma üzerine en çok düşündüren bu oldu. Kitap, ortaya koydukları eserlerden sonra sonsuz sessizliğe gömülmüş yazarların yazmayı bırakma sebeplerini anlatıyor. Bahsi geçen çok fazla yazar ve sebep var kitapta fakat benim gözüme çarpan ve bende bahsetme isteği uyandıran, Chamfort’un sebeplerinden biri olan yukarıda alıntıladığım oldu. Her sanat ürününün herkes için değil onunla ilgilenenler için üretildiğine inanıyorum fakat Chamfort’un bu tabiri beni bugünün zevkleri ve aşağılama alışkanlığı üzerine düşündürdü. Toplumun genelinden yola çıktığım bu düşünceyi yine en özele indirgedim ve yazdıklarım için ilk aşağılama arzusunu kendim duyduğumu fark ettim. Önüme sunulan her şeyi olduğu gibi kabul etmekten ziyade mümkün olan daha iyi ihtimaller üzerine düşünme eğilimindeyim. Her şeyin her zaman daha iyisi olduğunu düşünür ve ona ulaşamamakla suçlarım kendimi. Bunun altında “kendi potansiyelini bilmek” olmasını çok isterdim fakat bir alışkanlık olduğuna eminim. Çok uzun süreler yazdıklarımı insanların önüne sunmaktan alıkoydu bu durum beni. Daha kendim arkasında duramadığım bir yazıyı/şiiri başkalarının yorumuna açmak korkutucu geliyordu. Sonrasında mükemmellik kavramının kendisinden vazgeçtim ve yazdıklarımı eleştirmek yerine yazma işinin kendisiyle ilgilendim. Tam bu noktada yazdıklarımın son halinden ziyade yazmanın benim için üzerimden yük atmak olduğu fikriyle oyalandım. Son hallerini okumuyordum bile artık. Kendi aşağılama arzumu bir kenara bırakıp başkalarını aşağılama arzusuna hizmet edecek yazılar ve şiirler yazdım. 

İyi ve kötü zevk oldukça tartışmaya açık bir konu elbette bu sebeple yazmak ve okumanın günlük zevklerle uyumu üzerinde durulması gerekiyor gibi hissediyorum. İlk olarak en azından büyük bir kısmımızın yazmayı bırakmasına neden olacak sebep hissettiklerimizin aynılaşması olmalı. Bunun için çok kısa süre öncesine ait, depremin birinci yılında gördüklerimle ilgili örneklere sahibim. Deprem sürecinde, yaşananlara uzaktan tanık olanlarla ilgili (kendimi de dahil ediyorum) “acıya uzakta kalma” üzerine bir şeyler yazmıştım. Birinci yılında deprem üzerine konuşan herkes depremi birebir yaşamışçasına kuruyor cümlelerini, kendi üzüntüsünü koyuyor ortaya. Depremi birebir yaşamış herkes kadar etkilendiğine neredeyse emin. Hepimiz her olaydan bu kadar aynı hislerle çıkıyorsak hissettiklerimizden bahsetmek sıkıcı bir hal alıyor, kendi yazdıklarım da dahil olmak üzere birbirini tekrarlayan düşünceler ve hisler görüyorum etrafımda. Sonra kim inkâr edebilir ki çevremizdeki her şeye ilgisizleştiğimizi, odaklanmak konusunda köreldiğimizi, hayatın kendisine bir aracı ile sadece izlediğimizi ve onu tanımaktan uzak olduğumuzu... Gerçeğe, insana ve kendimizin en derinlerinden çıkma biricik hislere dayanan her satır belki de böyle kötü zevkler arasında kaybolup gidiyor. İnsan kendinin bile iyi zevk sahibi olduğuna emin olamazken bu yazma isteğinin kaynağını oluşturan ne?