Eskizler içinde eskimeyen bir fotoğraf elimde, Yedi Tepe'yi dolaşıyorum. Gözlerimi hiç kapatmamak istiyorum, izlemek istiyorum burayı baştan sona. İnsanların yollarda kahkaha attığı anı görmek istiyorum. Ana sarılması gibi sıcak, güneşin çehresine yakın, turnaların uçmasını bekliyorum. Gözlerim kapalı, bir kalbin içerisinde sanki, öylece yürüyorum. Az ileride maviliklere bürünen denizin orada insanlar toplanmış. Şans bu ya, konudan alakasız kişilere burada neler olduğunu sorar olmuşum. “İnsan yüklü bir gemi” diyor biri, “Nuh’un gemisine çarpmış.” O sırada bir yanda  “yazık olmuş” sesleri yükseliyor, diğer yanda da “iyi olmuş” seslerini işitiyorum. İlerliyorum yolu. Her bir köşeye kurumuş kirli çamaşırlar düşmüş, insanlara ait... Birbirlerine küfrediyor mahalle halkı. Biri diyor “onları sen gün yüzüne düşürdün”, o diyor “sen kendi ellerinle serdin yere.” İnsanları anlamak çok güç... hepsi birbirlerine davacı. Kardeşler kavga ediyor, sanki bir hırsız gibi “bir daha açma dolabımın içini” diyor kardeşine, “açma, yaramı sakladım ben oraya, sense tuz serpiştirmişsin dolabımın içine” diyor. Ben içten içe de dolaşıyorum bu şehri ancak kendi içimle olan münakaşam, az ileride akrabalar arası kavga eden topluluk gibi... Yedi tepeli güzel bir şehir burası evet ama her bir tepesinde resmedilmeyen savaşlar var. Hatta durum o kadar ciddi ki, fırtına öncesi sessizliğin gürültüsü bile çok şiddetli. Dolaştıktan sonra bu şehri, evin yolunu tutuyorum. Annem televizyon kumandasındaki tuşlara sürekli basıyor. Sanki rakamların sıralamasını ezberler gibi... ”yalvarırım diyorum anne, açma şu haberleri. Sokaktan sana canlı gördüğüm, taze haberler getirdim. Canıma tak etti artık ölüm, kavga, gürültüler.” Gün boyu annemle kötü olan her şeyi konuşuyoruz, güzelliklerin içinde var olan ancak dışarı yansımayan kötülükleri konuşuyoruz. Böylece bir gün bitiyor, sözü rüyalarıma bırakıyorum.