Güneşin ılık ışıklarını üzerinde hissettiği o gün, içi içine sığmayan bir heyecanla uyanmıştı. Çevresindeki herkesin uykusuzluktan boyuna esnediği ve güneşin bu kadar erken doğmasına küfürler ederek yanından geçtiği o saatlerde, sanırım en yaşam dolu olan oydu. Aslında bu duyguyu çok iyi biliyordu. Son günlerde o büyük günün yaklaştığını, damarlarından kalbine ahenkli bir yürüyüşle gelen yaşam adımlarından hissedebiliyordu. Çevresindeki insanlara haykırmak, "Şu güzel rüzgârı hissedebiliyor musunuz? Sanki görünmez kuş sürüleri uçuyor her yerimizde!" demek istiyordu. Ama duyamazdı, biliyordu. Çünkü anlayamazlardı. Belki bir gün kendisini anlayan birileri olacak mı, diye düşündü. Ve bu düşünceler onu çocukluğuna götürdü aniden. Çok eski bir anı canlandı bir anda gözüne. Anıları her zaman çok iyi hatırlardı çünkü yaşamında ona dokunan güzel şeylerin olması kendisini özgür hissettiriyordu.


Çok küçüktü o zamanlarda ve kollarını kaldıramayacak kadar bitkindi o gün. Dışarıda hava çok sıcaktı ve o bu sıcağın altında neredeyse bilincini kaybedecek haldeydi. Uzaktan ona doğru koşan birini görmüştü. Halsizliğinden gelen kişinin yüzünü hayal meyal hatırlıyordu ama güneşte parlayan sol tarafı çatlamış güneş figürlü kolyesi sanki ona bir kurtarıcı gibi sallanarak geliyordu. O gün o küçük güneş kolyeli kız ona su vermişti. Muhtemelen aynı yaşlardaydılar. İkisi de neredeyse bebeklikten yeni çıkmıştı. O büyülü andan sonra küçük kız ona, "Umarım yakında yağmur yağar." demişti. O sırada ona sıkıca sarılma isteği duymuştu ama kollarını hâlâ kaldıramıyordu. Küçük kız yavaşça ona yaklaşıp bir anda öptü. Ve koşa koşa gitti. Ondan sonra çokça su içmişti ama asla o kolyeli arkadaşının verdiği su gibi olmamıştı. Bu güzel hayallerden yavaşça kendini sıyırdı. Çünkü bugün çok işi vardı. Daha yeni uyanmıştı ve bugün onun yeniden doğuş günüydü. Yoğun ve heyecanlı günler onu bekliyordu. Ilık rüzgarı kollarında hissetmek istedi önce. Kollarını olabildiğince açtı ve rüzgarın onu kucaklamasına izin verdi. Rüzgar kendi ettiği dansı sanki partneri gibi ona da ettiriyordu.


Doğum gününün ardından birkaç gün geçmişti. Ve o günden bu yana bir sürü kuşu olmuştu. Kuşlar ona o kadar alışmış ve sevmişti ki artık kollarında zıplıyor, hopluyor, birbirlerini kovalıyorlardı. Ve o gün, genelde yalnız biri olmasına rağmen, arkadaşlarının yavaş yavaş çoğaldığını fark etti. En sevdiği arkadaşı her gün yanına gelip gitarıyla şarkılar söyleyen kadındı. Gel zaman git zaman, günlerden bir gün hiç beklenmedik bir şey oldu... O gün hiç kimse yanına gelmemişti. Etrafına bakındı, dikkatlice dinledi ama hiçbir şey ne duyabildi ne de görebildi... İçinde onu rahatsız eden bazı duygular uyandı. Onları susturmaya çalışırken büyük bir gürültü duydu. Bir arı sürüsü sesi gibiydi gelen ses ama canlı birilerine ait olamayacak kadar da soğuktu. Birilerinin onun yanına doğru koştuğunu gördü. İçinden, "İşte bak, her şey normalleşiyor." diye düşünürken gelenlerin kafalarına taktığı metal şapkanın yansıması onu ürpertti. Etrafta onu her zaman tatlı bir şekilde uyandıran rüzgardan ve şımarıkça öten kuşlardan eser yoktu. Etrafına seslendi çünkü artık korkuyordu. Yardım çığlıkları attı ve tam o sırada büyük bir darbe onun tamamen soluğunu kesti. Her yerden arı sürüsü sesleri duyuyordu, metalik bir arı, bir makine gibi... Ve sonra güneş söndü, kuşlar gitti, sonsuz bir karanlık ortasında gözünün önünden geçen son şey metal şapkaydı...


Çok uzaklarda bir yerde, bir öğle saati, bir ses duyuldu. Yavaşça büyüyen ve sahibinin dışında kimsenin duyamayacağı bir ses... Bir kalp atışı mıydı duyulan, yoksa bir nehir akıntısı mı? Bunun cevabı bilinmez. Sanki uzun süre sonra bir yerlerden bir ses duyuyordu. Ama anlam veremeycek kadar her yeri uyuşmuştu. Zihni yavaşça kendine geldiğinde çok ama çok acı çektiğini hatırladı. Onu paramparça etmişlerdi. Sebebini bilmiyordu. Bir anda şu anda yeniden uyandığını anladı. Gözlerini korkarak ve yavaşça açtı. Her zaman yaptığı gibi önce kollarını kaldırmak istedi. Ama kollarını hissetmiyordu. Kolları artık yoktu. Dümdüz bir şekilde uzanıyordu bir masanın üzerinde. Sonra ayak sesleri gelmeye başladı. Ve o korkuyla gözlerini sıkıca kapattı. Kapı yavaşça aralandı ve kapandı. Birisi ona doğru yaklaşıyordu. Metalik arı sesini bekledi çaresizce. Ama o ses gelmedi. Gözlerini açmaya karar verdi. Ve yavaşça göz kapaklarını aralandırdı. Etrafını incelemeye başlayacakken bir gıdıklanma hissetti bedeninde. O an bedenini hâlâ hissedebildiğini anladı. Öldüğünü düşünüyordu ve hatta biliyordu. Ama gıdıklanma hissi devam etti. Bir şey onun vücudunu okşuyordu uzun zaman sonra. Çok öncelerden hissettiği tatlı bir sevinç doldu yüreğine. Sonra, onu gıdıklayan şeyin içinde var olan bir şeyleri hissetti. Sanki bir şekilde o şey ile bağlantılıydı. Üzerinde bazı şekiller belirmeye başladı. Evet, onlar şekil değil harflerdi. Onu üzerine yazan da bir kalem! Ve işin daha da ilginç tarafı, o kalemde onun türündendi. Kendi ten kokusunu duyuyordu onda. Tüm bu gelgitli düşüncelerden sonra üzerinde sarı bir sıcaklık hissetti. Hafif ürperdi. Ama güneşin sıcaklığını nerede olsa tanırdı. Heyecanla ışığı takip ederek güneşi görmeye çabaladı. İşte oradaydı! Tüm muhteşemliğiyle... Bir anda güneş sallanmaya başladı. Güneş böyle nasıl hareket edebiliyor derken yıldırım gibi bir anı düştü zihninin tam ortasına. Bu güneş değildi. Bu... bir kolyeydi. Güneş kolyesi. Ve sonra yüreğini hoplatan bir ses duydu. "Evet, işte bitti... Bu da kitabımın son sayfası!" Bu sesi, o kolyeyi, ve hatta yaşadığı her şeyin bir rüya olduğunu düşünmeye başladı. Ama biliyordu, rüya değildi. Eski arkadaşının yüzüne baktı büyük bir sevgiyle. Ve sanki o da kendisine bakıyordu...


Genç kadın bitirdiği romanının son cümlesini seslice okudu:

"Bir ölüm ancak bu kadar yaşayabilirdi!"