Yüksekten uçan bir kuşun, alçaldığında ve elbette yere çakıldığında yaşadığına benzer bir duygudur bizlerinki. Ancak bir farkla ki, bizler, yere çakılışımızın sonrasında, çok büyük bir cezanın eseri olsa gerek, yaşamayı sürdürür ve bu yere çakılışın sonuçlarına tanıklık etmek talihsizliğini yaşarız.


Neyin gerekli olduğunu hepiniz çok iyi bilirsiniz ancak hepiniz, söze en başından başlanması gerektiğine dair bir yanılgı içerisindesiniz. Söze, pekâlâ ortadan da başlanabilir. Mümkündür bu. Dahası, bunu söylemekte hiçbir sakınca görmüyorum, bir meseleyi tam ortasından başlayarak ele almak, iyi bir güzergâh çizebilmek için yapılacak en iyi iştir. Yere çakılmak, dedik. Niçin, ne sebeple yere çakılmış olunduğundan söz etmedik. Kanıttan katile değil, katilden kanıta gitmeye çalışan şu gelenekçi dedektifler gibi. Ancak bizim onlardan ayrılan yanımız, bir katilin peşinde koşmuyor, bir suçun ayrıntılarını ele almıyor oluşumuzdur. Daha çok, psikologları denk tutabiliriz kendimize. Ancak onlar da her şeyi bir kenara bırakıp nedenlerin, yere çakılışı gerçekleştiren etkenlerin peşinde koşmaktadırlar. Bu da onlardan bizi ayıran temel noktadır. Bir yere çakılış söz konusudur insan için. Her bir birey, yaşamının herhangi bir anında, eğer çok şanslıysa erken dönemlerinden birinde bu yere çakılış anını yaşar. Bu dakikadan sonra ise geçmişe gömülüp kalmaya, bu sert çarpma anının nedenlerini sorgulamaya ve elinden geleceğini sandığından, bunları değiştirmeye, düzeltmeye girişir. Oysa geçmiş ile ilgili hiçbir şeyin düzeltilmesine olanak yoktur. Sartre'ın da sözünü ettiği üzere, geçmiş yoktur. Yalnızca bir anımsamadan bir ibarettir o. Ve düşlerde, zihinde oluşmuş bir âlemde varlığını sürdüren, dolayısıyla yokluğundan rahatça söz edilebilecek bir dönemin, bir zamanın hiçbir unsuru üzerinde değişiklik yapmasına olanak yoktur insanın.


Meselenin ortasından başlamak gerek. Her zaman. Başa dönmeye lüzum yok ancak sona varmak gerekir, bunun ayrımındayım. Bu yüzden varıp dayanacağımız bir sonuç olmalı. Bunca boş sözü elbette bir şey uğruna söylemiş olmalıyız. Ne diyorduk? Bir yere çakılış. Gerçekleştiği andan itibaren kişiyi büyük bir yıkım sayılabilecek bir döneme sürükleyen, bazısını orada yok eden, bazısına ise varlığının nedenini sunabilen bir çarpma anı. Zemine. Yer altının üstüne, yer üstünün ise en altına. İşte bu noktadan sonra, sözünü ettiğimiz gibi pek çoğu insanların, geçmişin ve nedenlerin üzerinde durur. Saplantı doğar böylece. Delilik bu noktada başlar. Ancak üzerine düşünülmesi gereken şey, bu çarpma anından sonra olacak olanlardır. Bizi ilgilendiren, yere çakıldığı andan itibaren ölemeyen ve bu yıkımın sonuçlarını görmek zorunda kalan tek canlı oluşumuzdur. Kuşlar, köpekler, kediler ya da hükmünü denizlerde yaşatan öteki canlılar... Tek biri bile diri kalmaya devam edilen bir ölüm görmemiştir bugüne dek. Oysa bizler, diriliğimizden ödün vermediğimiz sayısız ölümle yüzleşebilir, bunları gerçek ve nihai bir ölümle sonlandırmayı aklımızdan geçirecek kadar korkunç vaziyetlere düşebiliriz. Bizi kimin ya da neyin geberttiğini unutmamak gerek. Bu noktada Celine’e hak vermemek mümkün değil ancak bizi kimin ya da neyin geberttiğine de fazlaca saplanıp kalmamak gerek bir yandan. Bu gerçek bağışlamak denen aptallığa düşmeyecek kadar ilkeli kalabilmek için yanımıza almamız gereken bir gereçtir yalnızca. Bunun dışında geçmişe ve nedenlere odaklanmamıza neden olacak her türlü düşünceden uzak durmalı, yalnızca yere çakılış anından sonrasına bakmalıyız. Bu ölüm olmayan ölümden bizi kurtaracak, düze çıkmamızı sağlayacak olan nedir? Sormamız gereken tek soru bu olmalı. Geriye kalan tüm sorular, yeni yere çakılış anlarının bir yaratıcısı olmaktan başka hiçbir işe yaramayacak.


İyimser bir gelecekten söz etmiyoruz. Işıklı bir yarını düşleyerek sürdürülecek bir yaşam önermiyoruz kimseye. Tümcelerimizin kuruluş biçiminden tutun da içlerinde barınan sözcüklere varıncaya kadar şöyle bir tahlil edecek olsanız sözlerimizi, elbette aydınlık bir yaşam düşü kurmaktan ya da bunu salık vermekten son derece uzak olduğumuzu anlarsınız. Düze çıkmak, yere çakılışın ölümcül sonuçlarından kurtulmak, kesinlikle saadet dolu bir yaşam inşa etmek anlamına gelmemektedir. Böyle olsaydı, insanların bu ölüm anlarından sıyrılabilmeleri daha kolay olurdu. Bunca söze de gerek kalmazdı. Herkes nasıl mutlu olunacağını az buçuk bilir. Nelerle kafa dağıtılacağını söylemeye lüzum yok. Bunları öğütleyerek çıkabilirdik işin içinden. Oysa insanız. İyi de olsa kötü de olsa anlamlı bir yaşam kurmak isteriz. Anlamdan, anlamaktan yoksun olanlarımız bile, sözgelimi bir tanışma anında, âşık olmakla olmamak arasında kaldıkları bir zamanda karşısına dikilmiş derinlikten yoksun ama bir o kadar da eşsiz bir güzelliğin karşısında dahi yüz buruşturabilir, gerisin geri dönebilir kabuğuna. Mümkündür bu. Hâl böyleyken, insan kardeşlerimize tutup da yere çakılış anlarının derin yaralarından sıyrılabilmek için zevk ve sefa içerisinde sürdürülecek bir yaşam önermek pek de işe yarar bir çözüm olmayacaktır. Peki ne yapmalıdır bu insanlar? Anlayanı, anlamayanı, yaşamı zihniyle göreni ya da ona yalnızca gözleriyle tanıklık edeni nasıl bir yola çağrılmalı? İşte yanıtlanması gereken en gerekli sorular!


Yere çakılmış ve yaşama ve insana dair o tiksindirici hakikatle karşılanmış olan bir kimsenin yapması gereken tek iş, heves içerisinde, koşa koşa, yeniden, düşüşün gerçekleştiği o ilk noktaya tırmanmaktır. Ne var ki, bu kadarı da yeterli değildir. Kişi, bu tırmanıştan büyük bir zevk duymalıdır içinde. Yaşanacak yeni yıkımlara büyük bir keyifle atılmalıdır. Zehirlenerek öleceği o yeni ziyafetlere çağrıldığında, en şık giysilerini giymeli, en iyi biçimde hazırlanmalı ve o zehirli lokmaları, oturduğu sofrada, büyük bir iştahla yemelidir. Kendisini aşağı itene düşman kesilen, dahası bununla da yetinmeyip bu kıyıcının mensubu olduğu her türden topluluğu da karşısına bir düşman olarak alan, bu yere çakılış anına neden olan süreçten ömrü boyunca kaçınmayı sürdüren; amaçsızlığıyla, edindiği kötücül bir kişilikle ve sahip olduğu sonsuz nefretiyle baş başa kalır. Bu, ölümlerden beğenilmiş en feci ölümdür. Yere çakılışların en huzursuzluk verici olanı, yıkımların en büyüğüdür. İnsan, asla böylesi bir yola sapmamalıdır.


Yere düşüşün gerçekleştiği noktaya zevk içerisinde geri dönmekten söz ediyoruz. Birçok ağız, birlik etmiş şöyle söylüyor: Aynı hatayı ikinci kez, üstelik bile isteye yapmak nasıl bir ahmaklıktır? İnsanlığa önerilecek çözüm bu mu? Elbette bu sorular anlaşılabilir. Bir daha aynı duruma düşmekten ölesiye korkan kimselerin böyle bir soruyla karşılık vermeleri öyle pek de yadırganacak bir tutum değil. Haklıdır bu insanlar. Hele ki bu sorularında, belki de daha önce hiç olmadıkları kadar sahip olmuşlardır haklılığa. Ne var ki biz de soru sormadan, bu haklı soruya daha da haklı bir soruyla karşılık vermeden yapamıyoruz. Sonunda acıdan başka hiçbir şey olmayan ancak son derece doğru sayılabilecek bir davranış niçin bir hata olarak görülür ve niçin bunu defalarca gerçekleştirmek, bile isteye ölümlere, sonunda diri kalınan ölümlere atılmak bir aptallık sayılır? Bilinmesi gereken çok mühim bir gerçek vardır ki, yeryüzünde doğru olup da sonunda acı çekilmeyen tek bir davranış dahi yoktur.


Vardığımız noktada, bu sözlerimize karşılık yine farklı sorular sorulacak, yine aykırı sesler yükselecektir. Bunu da pekâlâ biliyoruz. Erdemli pek çok davranış sıralanacak, bunların bir tanesinde dahi acı çekilmediği sonucuna varılacak olduğunda da itirazcılarımız bir utku kazanmışcasına sevinecekler. Bu durumda sevinçlerini, daha doğrusu sevinç duyacaklarına dair heveslerini kursaklarında bırakmak gerekecek.


Erdemli denebilecek bir davranışı ele alalım. Örneğin çalmamak. İnsan nasıl bir acı çekebilir ki bunun sonucunda? Biraz olsun işin öte yanını düşünmeyince, ne de aydınlık görünüyor erdemin yolları! Kişi çalmadığı sürece yoksulluğunu sürdürmeye mahkumdur. Bu noktada sosyalistlerin itirazlarını duyacak, onların çalıp çırpmadan da insanların refaha kavuşabileceği bir dünya inşa edilebileceğine, dahası geçmişte böyle bir örneğin var olduğuna dair söylemlerine tanıklık edeceğiz. Düşlerinden uyandırılması gereken bu insan kardeşlerimize söylenebilecek olansa şudur: Yaşam, geldiğimiz noktada kapitalizmden ibarettir. Sosyalist anlayışın irili ufaklı, doğrulu yanlışlı örnekleri yeryüzünde kendine bir yer bulmayı sürdürse de bu iş esas olarak 1991'de son bulmuş, insanlık onuru ezenlere, varsıl olanların egemenliğine yenik düşmüştür. Elbette böylesi bir düşün yeniden gerçekleşeceği o gün geldiğinde hırsızlıktan kaçınmanın insanı acıya sürüklemeyeceği bir gelecek de elde edilmiş olacaktır ancak bulunduğumuz noktada, yaşamın getirildiği bu hâlde kesinlikle çalmamanın bir acı kaynağı olduğundan, çalanların zenginliğinin çalmayanlar tarafından acı içerisinde seyredildiğinden söz etmekten başka çaremiz yok.


Kapitalizmin insana ettiği en büyük kötülük, kötülüğün sularına girilmediği takdirde acı çekmenin kaçınılmaz olduğu bir dünya yaratmış olmasıdır. Bu noktada, hem yaşamdan bezmiş ve ölmeyi arzu eden, hem de yeni bir dünya düşüyle yanıp tutuşan, meydanlarda boy gösteren insan kardeşlerimize, umutsuzlara ve sosyalistlere, birbirine zıt bu iki tarafa, ayrı düşme talihsizliği yaşamış bütün bu insanlara, yaşadığımız dünyada kötülüğün ödüllendirildiğini ve erdemin cezalandırıldığını söylemek boynumuzun borcudur. İnsanları uyarmak için kullanıyorsak sözcükleri, yaratılmış bu büyük kötülüğün sözcüsü saymamalıdırlar bizleri. Bu, yalnızca bir uyarı. Gidilmesi gereken yolun ne olduğuna yönelik bir bilgilendirme yazısı. Şimdi sormak gerekir: Erdemin cezalandırıldığı bir yerde erdemli davranmaktan kaçınmak esas aptallık değil midir? Böyle bir yerde, hangi onurlu insan, erdemin dikenli yollarından kaçınmayı ve kötülüğün serin sularında huzur içerisinde gezinmeyi kendisine yakıştırabilir? Söylediğimiz tam olarak budur işte. Bir aptallıksa eğer yere çakılışın gerçekleştiği noktaya geri dönmek ve yeniden uçurumdan aşağı fırlatılmayı beklemek, yaşadığımız çağda bu aptallığı yapmayan herkesin esas aptallığa ve dahası insanlığı yiyip bitirmiş büyük kötülüğe kapıldığını, boyun eğdiğini söylemek mümkündür.