Celladımın dürüm kağıdına yazıp yolladığı adrese doğru yola koyulmadan binbir cebren ve hileyle aldığım parayı aramaya koyuldum. Ne paranın ne Safiş'in izine rastlayabildim. Eski koliden bozma komodinimin üzerindeki kağıt gözüme takıldı. Yine dürümcü kağıdı... Evren ya bana bir şey anlatmak istiyordu ya da benimle dümdüz billur geçiyordu.

"Hakkım olan tazminatla hayatımı yaşıycam deyyus." yazılı notla uzun süre birbirimize bakıştık. Evet kesinlikle o para Safiş'in hakkıydı ama nasıl ölücem ben şimdi?

Halamı arama gafletinde bulundum. Telefonu açar açmaz kocasının prostatından, gece sürekli çöğdürmeye gitmesinden, uykusunun bölündüğünden ve 30 yıllık eşlikçisi olan bel fıtığından dert yanarken sonunda araya girebildim. "Safiş sende mi?"

Ama o hipnozundan kurtulamadığı belki de hiç kurtulmak istemediği travmalarının okyanusunda boyundan büyük kulaçlar atmaya devam etti. Bazı insanlar böyle, şikayet etmek onlara gizli bir haz verir. Telefonu yüzüne kapattım. Nasıl olsa aramızda ayıp kalmamıştı.

Safiş'in dul, benim öksüz ve yetim kaldığım gün aynı. Sadece birkaç saat farkla... Annem ve babam trafik kazası geçirip ölüyor, dedem hastaneye gidiş yolunda direksiyonda kalp krizi geçirip mefta oluyor. Bu yüzden nenem bana karşı küçükken 'efsunlu it' veya 'körolası Azrail' hitaplarını sık sık kullanırdı. Beni de lanetli olduğuma inandırmıştı. Büyüyünce anladım, varlığımla ona dul kaldığını hatırlatıp durduğum içindi belki de nefreti. Rahmetli oğlundan yadigar gözlerini taşıdığım için hiç göz teması kurmazdı. Duvara sövüyorsa benle konuştuğunu anlardım. Lanetimden korunmak için aynı şehirde bir lisede yurda vermişti beni. Haklıydı da hem dul kaldı hem biricik oğlunu kaybetti hem de başına kalan lanetli piçe anne- babalık yapmak zorundaydı. Ne yasını tutabildi ne de beni sürekli gördüğü için acısını gömüp kurtulabildi. Uzun lafın kısası, o para fazlasıyla Safiş'in hakkıydı.

Küçükken üstüne hayaller kurduğum, meraktan kudurduğum yetişkinlik hayatıma bak a*ına koyim! Veresiyeyle bile ölemiyorum...