Yolun henüz çok başındayken yolunu kaybetmek fena bayat bir mevzu. Ayaklarına iki numara büyük postallarla terk edildiğin bu bataklıkta çırpındıkça dibe batarsın, onlar ise bilmem kaç metre öteden salıncaklarında keyif çatarak sana yıldızlara bakmanı söylerler. Beşik gibi sağ sol yaparken sana pozitiflik yalanını pazarlamak ne keyiflidir onlara göre. Şeytanın arka bacağı toplum sana, "Mükemmel olmak zorunda değilsin!", "Olduğun gibi harikasın." sloganlarını satarken fanusun arkasından kusurlarını fısıldaşırlar. Sen ne olursun? O fanusun içindeki deney faresi. Ananın babanın dilinden düşmeyen "elalem" olduğun kişi için seni eleştirir ama işin daha da kötüsü, senin yansıttığın zaten en sen olmayan kişidir. İçine dolan hamamböcekleri deli bir korku salar çünkü beğenilmesi için üzerinde didik didik çalışma yaparak yarattığın figür bile kusurludur, kim bilir o postun altında yatan ruhun kiri ve pasağı ne denli ürkütür milleti. Kaçmak istiyorsun değil mi? Bazen öylesine her şeyi bırakıp toza dumana karışasın geliyor ki en uzak memleket bile fazla yakın, delicesine dar geliyor insana. Kaçmak bile bir cesaret istiyor, ona da sahip olmadığını hissedince hepten vazgeçiyorsun. Bir yere ait olamamanın verdiği suçluluk duygusu içine bir alev topu düşürüp öyle fena yakıyor, öyle fena... Dünya alevler içerisinde de bir yudum su arayışı içindeyiz gibi. Bir yere ait olmak zorunda değilsin ama kendine sahip çıksan iyi olur derim. Özünde ayak bastığın her yer sana ve sen de ona aitsindir, parmak ucunun değdiği her can koştuğun bu yolda ayağına batan bir çakıldır. Havada kuş, suda balık veya toprakta karınca olmayı istemenin alemi var mıdır ki? Tüm alem ayaklarının altında olsa da omuzlarındaki yük hafiflemeyebilir. Eziyet çekersin, ızdırap annenin soyadı olmuştur ama bir isyana kapılmak, beterini söyleyeyim karanlığa boyun eğmek bir varlığın kendi soluğuna çektirebileceği en büyük acı olabilir. Hüzün olmasa mutluluğu tespit edemezdik, savaşlar barışta huzur aramamıza sebep oldu, başaramayınca tekrar ve tekrar umut etmeyi öğrendik. Çocukluğumuz çok yerimizden yaralamış olsa da yetişkinliğin buhranı o eski yaraları özletmeye yetti. Kaburgalarımızdaki tohumları başka ellere emanet ettikçe nasıl soldurulduğumuzu fark ettik. Tuttuğumuz iplerin bir uçurtmaya değil de bizim uzuvlarımıza bağlandığını fark edince omuzlarımız çöktü ama ipleri yine de sıkı sıkıya kavradık, değil mi? Bir kukla olduğumuzu düşünsek de sahnenin, o muazzam hayat denilen oyunun şatafatlı ışığına karşı koyamadık. Bir yerimizden koparıldık başka yerimizden filizlenebilmek için, bazen kendimiz söktük köklerimizi ve çanaklarımızı. Şimdi de ızdırap bir şiir gibi dilimize mühürlenir, ölümün kasvetli dumanını başımızdan savurmak için.