geçmişin yırtıklarını ertesi günüme yamalıyorum. pencerenin iç kısmı buğulu, dışı jilet soğuk. 04.41, sabaha yakın, ağustos ayınınsa ortaları, bense sonundayım ilmek ilmek ördüğüm hayatın-diğerlerine mukayeseyle bu tamamen öznel bir vazgeçiş.

geçmişin yırtıkları bahis, dirsek kısmına bastırmak ne kolay bir parça kumaşı. iğne ve ipliğin dikemeyeceği sökükler var yeryüzünde, yer yer yüzümde. bu, beş para etmeyecek bi’edebiyat mahsülü değil. kaygım yok bu kez, kaçışları ertelemek yok. peşin bir teslim oluş. şimdi kaçakları sınır dışı yapalım.


iki eli de sımsıkı tutulmuş bir çocuk görünce, acı bir tebessüm sarıldı mı sizin de dudaklarınıza?

ayakları yere sağlam basmayan bir çocuğun adımlarına eşlik eden bir baba gördüğünüzde dizinizde izi olan yara sızladı mı?

kalabalık sofralara oturunca başımı hiç kaldırmıyorum, dudaklarım ket. geçmişe dair hatırlamak için kendimi zorladığım güzel anların tamamı siyah ekran.

tavanla karşılaşınca vizyona giren, bağrışlara uyandığım beyaz perdeli kaos geceleri hariç.


tanrı’nın da çalışma konsepti bu. o, yaratmakla mükellef. nabzın olduğunca canlısın, ama bazen insan sayılırsın.

insanlık ve enkazlık ne yakın. eşref-i mahlukat diyor, ismet özel.

huzuruna çıkınca şöyle diyeceğim tanrıya:

toparlayıp küllerimi avuçlarımda, “bak” diyeceğim: “bir enkazdan insan yarattım”

yaşamın sağ kalan yerlerini arıyorum son birkaç yıldır. henüz tanışamadık, kolonlarım biraz daha zedeleniyor her artçıda.


ev arayışıyla geçti son birkaç ayım, bir yemek masası, birkaç sandalye.

mutlu sonlu filmler barındıran bir tavan.

anılarımı muhafaza edecek bir dolap.

siyah beyaz posterlerle kapatacağım rutubetini duvarların.

çünkü;

yanlış ellerinden çıkan acı bir rengim duvarlarında ben, dünyanın.

örtü olacak pencerelerime bu kez perdeler, kapatacağım.

siz, genellikle insan olanlar

dediğiniz gibi

yaranın perdesiyse zaman

neden örtmez hiç benim pencerelerimi?


derli toplu bir hayatım olacak yakında.

salonuma oturmuş bir koltuğum, kursağımda ihtiyaç fazlası heves.

sızlatırmış parmak uçlarını soğuk, sırtında değilken annenin eli.

kaybolmak ve özgürlük, ne keskin çizgi

yıllar sonra, şu geçen son birkaç ayımı anlatırken diyeceğim ki:

‘öyle büyük bir sefalet içindeydim ki,

samimi bir sancı arıyordum

sokaklarda’


kendince bir yol çizdin, şiirler tavaf ettin, efil efil uzadı sakalların, zamana yenik bir çocukluğun vardı, bağrındaydı.

birkaç metrekare, karanlık bir odada tanrıyı aradın birçok gece. bulamadın. inandığın ne varsa, tam orta yerinden terk ettin bir gecede. büyüdün, ruhunun prangası olan kafesini açtın göğsünün. doluyken parlayan gözlerine değil, içindeki boşluğa baktı onlar. yazmak da yetmiyor artık, ne döktüğüm cümleler, ne soğuk biralar. sönmüş izmaritler, sıkı sıkı birbirine tutunmuş izmaritten bir dağ kül tablasında. biraz inanç sadece; biraz inanç, beni bir şeylere ikna edecek iyi niyet yokluyorum ceplerimde.

şimdi ben burada, tam da genç yaşımın ortasındayken neden bitkin kalmış bekliyorum

sessiz bir bekleyiş oldum kirlenmiş bir durağın bankında. ne sabahı görecek dirayetim, ne geceyi bitirmek için uykum var.


çocuk olup bahçede doludizgin koşsam

her susadığımda yanına gelsem,

sen bana soğuk biradan bir yudum versen

topraktan fırın yaptığımız günlere dönsek beraber

nehrin yanından geçerken bu kez elimi tutsan

dizlerim sadece toprak izi olsa

yazgı; ne büyük külfetmiş, ağırlığını kaldırabileceğim birkaç satır yazsaydı keşke tanrı, ben de seçmezdim yazmayı.


‘param bitti baba


bana bi’bira ısmarla’