Ben yazımı yazmak için düşünür ve harekete geçerken dünyanın farklı yerlerinde ilk defa açılan kaç tane çift göz vardır acaba? Bilemeyeceğim, çünkü her zaman kontrol edemeyeceğimiz kadar düşünebiliriz dağların ardını, orada cenneti kurgulayarak masal yaratabiliriz, orada kasırgalar yaratan kara bulutlar kurgulayarak lanetler yaratabiliriz. Bazı diyarın insanlarını farklı anarız, düşman ya da dost, büyük ya da küçük fakat hepsi en nihayetinde kendi coğrafyasında çoğunluğu oluşturan fiziksel unsurlarla aynı yoldan başlarlar büyümeye iki gözü açarak. Biraz kafamı yormak istiyorum burada, gözlerini kraliyete açan için, gözlerini açıp daha sonra kapayan, gözlerini bir çöplüğe açan, gözlerini açan fakat işlevini yerine getiremeyen için. Olasılıklar yaratmanın tünelin sonunu tahmin edercesine biteceğini sandığımızda bitmediğini görebiliriz. Gerçekten bu dediklerim oldu mu bilemeyeceğiz, fakat ben de zamanında bebektim ve ben doğduğumda da birisi masasına oturmuş yazısı için kafa yoruyordu, hem onlar da aynı şekilde türevlendiribilir, yazar, öğrenci, şair, doktor. Buradan baktığımızda şeklinin ne kadar manidar olduğu kesin gezegen olan dünyanın, dönerken uzaktan birisinin dart attıktan sonra yerleştirildiğini düşünebiliriz insanlığın, sıcak soğuk, uzun kısa, hepsi oldu fakat hepsinin tek ortak noktası aşamamalarıydı iki pencereyi, hiçbiri o perdeyi kaldıracak güce erişememişti. Büyük soruydu neyin olduğu, şu gözler kapanınca, açıldığında dünyanın olduğu kesin milyonlarca ihtimalde hayatın olduğu kesin, Nepal Dağları da ihtimal, Sahra Çölü de fakat ne var bu milyon ihtimalin sonunda kapanı kısılmış düşünceden başka? Ellerimi kaldırıp koşabilirim sokakta, kendimi yerlerde yırtabilirim, deneyim edinmiş olurum her türlü eylemden sonra, fakat en nihayetinde anlaşılmış olacak mıyım? Sonuçta aynı değil miyiz, benim de iki pencerem var sizlerin de, bu göremediğimiz kulak arkasını başkasından öğrenmek zorunda olmamızdan farklı değil mi ? Ya da şu yoldan gideyim: tarih, tarihte de insanlar belki yalnızlıklarında sıkışıp kaldılar ve belki de meydanlarda asıldılar ama şu an onları anlayabildiğimizi söylemekten geri durmuyoruz, hayatı gerçekten çok küçük bir alanda geçmiş olan Kant nasıl da yirmi birinci yüzyılda birinin önüne gelebiliyor ve o adamın kendi başına kaldığı anlarda düşündüklerini hiçbir zaman bilemeyeceğinin aksine onun üzerine inatla yürüyerek sonrasında zor kitap diyebiliyor bu insan ona. Zor tabii ki çünkü her birimiz anlaşılmamaya mahkumuz. Fiziksel olarak bile göstersek derdimizi bu hep kısıtlı kalacak, aklımdan geçenleri en iyi yöntem olarak yazarak ifade etmek tabiki bu döngüye katılmanın güzel hali, fakat kapana kısılmak istemiyorum, zevklerine göre seçtikleri tiplemelerle girilen mekanlardan usandım, girdiğim restoranlarda bir anda sürpriz olarak karşıma çıkan servis ücretini anlayamıyorum, ağır silahlı polislerin çevirdiği sokaklarda nasıl düşünce yürütebiliriz, imkansız, insanların bebekleriyle çöpten yemek yedikleri şehrin merkezinde öyle güle oynaya hareket etmek zor, gürültüden kulaklarım ağırdı artık, sadece düşünsel bir alana dağılıp iki pencereye dönüşen gözlerimi, hala daha bireysel özgürlükle nasıl var edebilirim oraya çevrili bakışlarım. 


Gerçekten hala doğmaya devam ederken bebekler bir gün onlardan biri de belki yazımla rast gelecek ve ben tamamiyle farklı birisi olacağım, onlar da öyle. Fakat hiçbir zaman bir adım dışarıya çıkamayacağım kapanım ayağımda, farklı şekillere evrilerek dolaşıp duracağım.