Sobanın üstünde çıtır çıtır yanan birkaç odun parçasının sesinden başka hiçbir ses yok. Sobaya atılırken kendini kurtarmaya çalışmış bu parçalar belki de daha büyük bir acıya düşmüş, diye geçiriyorum içimden. Yavaş yavaş yanmak daha mı çok acıtır? Konumuzla alakasız olduğu için bu düşünceleri aklımdan çıkarmaya çalışıyorum, odayı incelemeye devam ediyorum. Röportaj yapmak için geldiğimiz bu evde yetmiş altı yaşındaki Orhan amca tek başına yaşıyor. Duvarlara tek başınalık sinmiş, kapı kollarına yıllarca tek bir el değmiş. Tertemiz bir ev, dikkatimi çeken ilk şey bu oluyor. Buraya gelirken yalnız yaşayan bir yaşlının düzensiz ve açıkçası pis eviyle karşılacağımı düşünmüştüm. Orhan amca bunu şöyle açıklıyor:

“Biz evlendiğimizde Emine evin temizliğiyle o kadar çok uğraşırdı ki hayret ederdim, ben annemden böylesini görmemiştim. Evimize vakitli vakitsiz misafirler gelirdi, bizi bir kez olsun dağınık görmedi kimse. Kaza yaptık, ben kurtuldum. Onu kurtaramadım. Eve geldik, ev sanki mahşer yeriydi, öyle bir kalabalık. Eve girdim, ev mis gibi temizlik kokuyordu. Ölüme giderken bile ardında evini temiz bırakıp kimselere iş bırakmamıştı. Ben şimdi bu evi nasıl kirleteyim? Bana ölürken bile öğretmenlik etti Emine. Ben ölünce çoluk çocuk arkamdan temizlikle mi uğraşsın? Acımı yaşasınlar analık edebildiysem. Babalık etmeye çalışmadım ben onlara hiç, analık boşluğu daha zordur diye hep ana olmaya çalıştım. Belki başardım, belki başaramadım, Allah bilir kızım.” 

Uzunca bir sessizlik oluyor. Bozmak zorunda olduğum bu sessizlikten hiç hoşlanmıyorum. Orhan amca diyorum, bana kazayı anlatır mısın? Hırıldayan bir nefes alıyor, başlıyor anlatırken yaşamaya. 

“Ben kırk yaşındaydım, o da otuz dört. Severek evlenmiştik. Sevdayla evlenenler bilirler, bu sevda seneler geçtikçe insanın kalbine huzuru işler yavaş yavaş. Seneler geçmiş, iki de çocuğumuz olmuştu. Bizden mutlusu yoktu yani anlayacağın. Yeni bir araba aldık, çoçuğumuz olmuş gibi sevindik ona da. Benim en çok sevindiğim şey onu artık ana evine rahat rahat götürecek olmaktı. Bir haftasonu topladık eşyalarımızı bindik arabaya, bizim küçük kız nereden öğrendiyse mini mini bir kuş şarkısını söylüyordu. Böyle neşe içinde vardık kaynanamların evine. Bayram havası oldu tabii, torunlar öpüp koklanıyor. Emine beni kenara çekti, evde çok eksik var, dedi. Hiçbir şey söylemedim. Çocuklara; siz dedenizi özlemişsinizdir, oynayın bakalım, biz annenizle geleceğiz hemen, dedim. Köyden ilçeye doğru yola çıktık. Sakin sakin giderken karşıdan bir kamyonun hızla bize doğru geldiğini gördüm. Bizim arabanın da direksiyonu kilitlendi sanki, nereye çevirirsem çevireyim araba dönmedi. Son çare kapıyı aç atla, diye bağırdım. Kendim açtım atladım ama o yapamadı. Onun kapısı kilitliymiş. Ben kurtuldum, o kurtulamadı işte yavrum.”

Gözlerimdeki yaşları belli etmek istemiyorum ama etmemem mümkün değil. Çok fazla okunur, diye böyle bir habere yollanmış olmak canımı acıtıyor. İnsanların birkaç saniye okuyup, Orhan amcanın duvarlarındaki fotoğraflara bakıp vah vah diyeceği ve okuyana hayal gibi gelecek bu haber Orhan amcanın otuz altı yıldır gerçeği. Evet duvarlar fotoğraflarla kaplı ama tek bir fotoğrafın yüzlerce kopyasıyla. “Kafamı çevirdiğim yerde onu göremeyince çok üzülüyorum kızım. Evden çıkınca hemen eve dönmek istiyorum. Emine bir kere öldü, çok hızlı öldü. Ben otuz altı senedir yavaş yavaş ölüyorum. Allah çoluk çocuğa uzun ömür versin.”

Bir anda sarsılıyorum. Az önce düşündüğüm sorunun cevabını Orhan amca veriyor. Yavaş yavaş yanmak daha çok acıtıyor...