“İnsanlar bana ‘alıngansın’ dediği sırada ben çoktan kalp kırıklarımı süpürüyor oluyorum. Belki alınganım ama bunun bir önemi yok ki. Öyle değil mi? Bir şey söyle Muzo.”


“Muzo öldü, abi.”


“Ne zaman öldü?”


“3 sene önce.”


Önündeki şişeyi kafasına dikip derin bir nefes aldı. On iki yıldır kaldığı evin duvarlarını ilk kez görüyormuşçasına inceledi.


“Muzo… Nasıl öldü Hikmet?”


“Astı kendini. Arka bahçesinde yetiştirdiği kavak ağacına astı. Hatırlamıyor musun bunları?”


“Doğru. Muzo öldü.”


Bir süre hiç konuşmadılar. İki mutsuz erkek bir araya geldiğinde ancak bu kadar konuşabilirler. Yaklaşık yarım saat sonra sessizliği Tayfun bozdu.


“Sen söyle o zaman, haksız mıyım?”


“Haklısın abi,” dedi Hikmet. Gözlerindeki yaşı silip ayağa kalktı. Mutfağa doğru ilerledi. Birkaç dakika sonra, yetmişlik votka şişesi ve bir kase çerezle geri döndü. Masadaki bardakları yarısına kadar doldurup üzerine azıcık vişne suyu ekledi.


“Votkayı sen mi aldın Hikmet?”


“Yok, abi. Sen almadın mı?”


“Hayır. Kim getirdi o zaman?”


“Bilmiyorum ki.”


“Eve girip çıkan yok zaten. Sen almadın, ben almadım, Muzo da öldü. Kim aldı bunu?”


Hikmet, ayağa kalkıp odanın içinde volta atmaya başladı. “Abi,” dedi. “Birlikte deliriyor muyuz acaba?”


“En azından birlikte deliriyoruz be oğlum. Muzo olsaydı o da bizimle delirirdi.”


“Kaç gündür çıkmıyoruz evden?”


“Bilmem, saymıyorum.”


Şişenin dibini görene kadar içip oturdukları yerde uyuyakaldılar. Bir saat sonra kapı ziliyle yerinden fırladı Tayfun. Gecenin ikisiydi. Hikmet, zorlukla gözlerini açarken sordu:


“Birini bekliyor muyduk abi?”


“Hayır.”


İçlerine bir endişe düşmüştü. Birlikte kapıyı açmaya gittiler. Nedensiz bir şekilde korkuyorlardı. Birkaç saniye kapının önünde bekledikten sonra, ani bir hareketle kapıyı açtı Tayfun. Gelen Muzo’ydu ve elinde yetmişlik votka şişesi vardı.