O sene yılbaşı yaza denk gelmişti. Sonbaharda açan rengarenk çiçekler artık solmaya yüz tutmuş; yerlerini, yollara dökülmüş sarı yaprakların görsel şenliği almıştı. Sıcaktan bunalan kedi ve köpekler kuzeye doğru göç etmeye hazırlanırken, biz de yılbaşı töreni için hazırlıklara başlamıştık. Ülke genelinde, her yıl olduğu gibi, yas ilan edildi. Karanlık ve kasvetli barlar, eğlenmek yerine yılbaşı türküleri ile efkarlanmaya gidenlerin yeriydi o gün. Barlara gitmeyenler ise evlerine kapanıp ışıklarını söndürürler, metal müzik eşliğinde kafalarını duvarlara vururlardı. Kolay mı? Koskoca bir yılın cenazesini kaldıracak, onunla son kez vedalaşacaktık.

Barlardan birindeki törene katılmak üzere ailecek hazırlandık. En küçük kardeşime en siyah giysiler giydirildi. Bir büyüğüne bir ton açığı ve bu şekilde yaş sıralamasındaki rengimi aldım. Annem ve babam aynı ton griyi giymişler, dedem ve anneannem ise bembeyaz olmuşlardı bugün. Eve bir sessizlik hakim olunca dedem sinirlendi:

“Utanmıyor musunuz böyle bir günde bu kadar sessiz durmaya!”

Haklıydı. Annem koşarak radyoyu açmaya gitti hemen. Bir an sonra evin içi son ses Rammstein’la doldu. Müzik hepimizi daha da hüzünlendirmişti. Ortanca kardeşim kafasını duvara vurmak için davranınca hemen yakaladım onu. “Dur,” dedim, “daha değil.” Böylece hep beraber evden çıktık.

Aslında buraya kadar her şey normaldi. Her seneki yılbaşı günlerinden hiçbir farkı yoktu. Zaten bizim buralarda hiçbir gün, her seneki o günden farklı değildir. Ama o yılbaşı hiçbirimizin unutamayacağı bir şey oldu.

Bar, renksiz insanlarla ağzına kadar doluydu. Bir süre ayakta bekledikten sonra barmenin zor bela ayarladığı masaya yerleştik. Babam hepimize birer alkolsüz bira söyledi. Alkolsüz bira sadece cenazelerde içilirdi ve her cenazede olduğu gibi yılbaşında da alkolsüz biradan başka bir şey içemezdik. İlk yudumda yüzümü buruşturdum. Babam kızdı:

“Ölmüş yılın arkasından saygısızlık yapma!”

Haklıydı belki ama cenazelerin en sevmediğim yanıydı şu içecek. Kimsenin sevmediğinden de emindim ama yine de şikayet etmeden içiyorlardı işte. Sessiz bir anlaşma vardı sanki aralarında. Ne kadar içersen o kadar saygılısın demekti. Belki de insanların acı çekmeleri gereken şu kara günde, kendilerini daha da mutsuz etmek için buldukları bir çözümdü bu.

Tam o sıralarda içeri bir adam girdi. Üzerinde kırmızı bir ceket vardı. Barda kulakları sağır edecek bir sessizlik oluştu. Kimse tanımıyordu onu. -Halbuki bizim burada sadece yeni doğanlarla yeni tanışılır.- Adam da şaşkın bir yüzle etrafına bakıyordu. O da bir şey demeye cesaret edemiyor gibiydi. En küçük kardeşim adama yaklaştı yavaşça. Kim olduğunu sordu. Kırmızı ceketli adam, elinde bira bardağıyla yaklaşan, 2-3 yaşlarında küçük bir kız çocuğundan böyle bir soru duymayı beklemiyormuş gibi çarpılmış bir suratla baktı kardeşimin yüzüne. Bunun üzerine kardeşim tekrarladı:

“Kimsiniz, dedim.”

Adamın korktuğunu hissettim.

“Kusura bakmayın hanımefendi. Rahatsız etmek istemezdim, ancak kayboldum. Bir büyüğünüz bana yardımcı olabilir mi acaba?”

“Bir büyüğüm de ne demek?”

“Anneniz veya babanızla konuşabilir miyim?”

“Annem veya babamla neden konuşmak istiyorsunuz?”

“Çünkü kayboldum.”

“Kaybolmak da ne demek? Görmüyor musunuz, yastayız. Böyle bir günde böylesine anlamsız konuştuğunuz için utanmalısınız.”

Adamın yüzündeki şaşkınlık daha bir belirginleşmişti. Biz de onun bu kadar şaşırmasına şaşırmıştık. Böyle bir olay daha önce kimsenin başına gelmemişti. Adam küçük kardeşimi takip edip masamıza yaklaştı. Babama hitaben:

“Beyefendi, öncelikle yasınızı böldüğüm için özür dilerim,” dedi.

Ortanca kardeşim babamın yerine cevap verdi:

“Özür dilemek yerine susun da oturun.”

Adamın oturmasıyla birlikte müzik tekrar başladı, herkes ne yapıyorsa onu yapmaya devam etti. Çok geçmeden bir şişe alkolsüz bira geldi adamın önüne.

“Ben bira istememiştim, teşekkür ederim,” gibi bir şeyler mırıldanıyordu ki dedemin sert bakışlarıyla karşılaştı, sustu. Bir yudum alınca yüzünü buruşturdu. Ben güldüm. Dedemin sert bakışları beni yakaladı bu sefer.

Bir süre konuşmadan alkolsüz biramızı içtik. Ortanca kardeşim tekrar ağlamaya başladı. Annem onu yatıştırdı. O sırada, neler olduğunu çözmeye çalışan kırmızı ceketli adamla göz göze geldim. Ona karşı içimde tuhaf, anlamlandıramadığım bir duygu uyandı. Kalkıp dışarı çıktım. Kırmızı ceketli adam peşimden geldi.

“Bir yakınınızı mı kaybettiniz?” diye sordu bana. Çok şaşırmıştım.

“Bugünün yılbaşı olduğunu bilmiyor musunuz?” diye sordum. Kafası karışmış gibiydi.

“Yazın ortasında yılbaşı mı olur?” dedi.

“Öyle denk geldi bu sene,” dedim.

Karmakarışık gözlerle bakıyordu bana. Belki de deliydi, bilmiyorum. Ne o daha fazla bir şey sorabildi ne de benim söyleyecek başka bir şeyim vardı. İçeri girdik.

Annem uyuyakalan küçük kardeşimi kucağına almış, hıçkıra hıçkıra ağlayan ortanca kardeşimi duvara kafa atmasın diye tutmak da babama kalmıştı. Dedem “Gidelim artık,” dedi. Kırmızı ceketli adam da bizimle birlikte ayaklanınca hepimiz olduğumuz yerde donakaldık. Anneannem “Tamam,” deyince masadan kalktık. Kırmızı ceketli adama “Hadi,” dedim. O da kalktı.

Eve gittiğimizde adama yatacak bir yer verdik ve yatması için onu odada yalnız bıraktık.

“Ama ben yatmak istemiyorum ki,” dedi arkamızdan, “daha akşam bile olmadı.”

Adamın deli olduğuna dair annemle sessiz bir anlaşmaya vardık.

“Peki,” dedi annem, “içeri gelin öyleyse.” Kırmızı ceketli adam peşimizden içeri geldi.

Salonda sessizlik hakimdi. Yılbaşı olmasına rağmen hepimizin bu sessizliğe ihtiyacı vardı. Dedem bile suskundu, sessizliğe kızacak mecali yoktu. Şu karşımızda oturan yabancı adamın varlığı bütün dengelerimizi altüst etmiş, bizi yılbaşı günü sessiz durmaya mecbur bırakmıştı. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmadan oturuyorduk. Özel bir aile geleneğidir aslında bu, sık sık yaparız -tabii yılbaşı günleri hariç-. Nasıl geçtiğini anlayamadığımız bir buçuk saatin sonunda kırmızı ceketli adam bağırdı:

“Siz manyak mısınız! Neler oluyor burada? Ne yapıyorsunuz böyle?”

Hepimiz başımızı kaldırıp adama baktık. Küçük kardeşim cevap verdi:

“Görmüyor musunuz, oturuyoruz işte.”

Kırmızı ceketli adam, söyleyecek sözünü oralarda arıyormuş gibi etrafına bakındı. En sonunda pes eden bir iç çekişle sordu:

“Bana evime dönmem için yardım edecek misiniz?”

“Evinin nerede olduğunu biz nereden bilelim?” diye yanıtladı babam sertçe. Kırmızı ceketli adam ayağa kalktı.

“Öyleyse bana müsaade.”

Anneannem seslendi:

“Geldiğin yolu söylersen belki hangi taraftan gitmen gerektiğini buluruz.”

Anneannemin bu sözüyle adamın yüzü aydınlandı. Tabii biz de adama yardım etmemiz gerektiğine dair mesajı almıştık. Ama dedem hâlâ sinirliydi.

“Böyle kötü bir günde kırmızı bir ceket giyerek ne yaptığınızı sanıyorsunuz, önce ondan bahsedin,” dedi sesinin tonuna özen göstererek.

Adam teker teker bizi süzdü. Sanırım yeni fark ediyordu renksizliğimizi.

“Bilmiyordum,” dedi mahcupça.

“Yılbaşını kim bilmez!” diye yükseldi dedem bu sefer.

“Efendim, lütfen mazur görün, ancak adetlerinize çok yabancıyım. Benim geldiğim yerde yılbaşı hep kışın olur ve herkes renkli giyinerek kutlama yapar.”

Hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Böyle bir günde nasıl kutlama yapılabilirdi? Nasıl bir barbarlıktı bu? Nereden gelmişti bu adam?

“Ölmüş bir yılın ardından nasıl olur da kutlama yaparsınız? Hiç insafınız yok mu?” diye sordum.

“Ölmüş yılın ardından üzülmek yerine yeni gelen yılı kutluyoruz biz,” diye cevap verdi adam. Yeni gelen yılın da bir gün öleceğini bilmiyor muydu? Hayatımda hiç bu kadar cahil bir adam görmemiştim doğrusu.

“Telefonunuzu kullanabilir miyim?” diye sordu adam.

“Neyimizi?” dedi annem.

“Telefonunuzu.”

“Tuvaleti mi?” dedi anneannem.

“Telefon…”

“Nasıl yani?” Ortanca kardeşim şişmiş kafasına tuttuğu buz torbasını bırakmadan konuya dahil olmuştu.

“Anlamıyorum,” dedi kırmızı ceketli adam. “Neredeyim ben?”

“Buradasın,” dedik hep bir ağızdan.

“Nasıl geri döneceğim.”

“Nasıl geldiysen.”

Adam ağlamaya başladı. Biz de ağladık o ağlayınca.

“Size ne oluyor?” diye sordu.

“Sana ne oluyor?” dedik.

“Siz normal değilsiniz!” dedi bağırarak deli adam.

Bir anda ayağa kalktı ve koşarak çıktı evden. Bir daha da ondan bahseden olmadı. Ama ben kırmızı ceketli adamı hiç unutmadım. Dünyada onun gibi değişik insanların da olduğunu bilmek bana bir şekilde huzur veriyor.